TAASSUP

Herakleitos, sabahları evinden gülerek çıkarmış!… Demokritos ise ağlayarak….

“Bu filozoflardan hangisi umutlu, hangisi umutsuz?’ diye soruyor Melih Cevdet! Umut, gülene; umutsuzluk, ağlayana yakışır değil mi?

Meğer tersiymiş. Umutlu olan “İnsanlık niçin halâ düzelmiyor?’ diye ağlarmış. Umutsuz olan ise insana umut bağlayana her sabah gülermiş…’

Umut var mı?

Hepimizin son dönemde karşılaştığı en büyük sorunlardan biri; doğruluğu ispat edilmiş bir bilginin tam aksinin ısrarla ve inatla  savunulması değil mi? Zaman zaman bakış açılarımızı, algılarımızı sorguladığımız, farklı pencerelerden bakmaya çalışıp, empati kurmayı denediğimiz ama yine de anlam veremediğimiz o karmaşık durumlar.

Ve umudumuzu kıran sorular…

Nasıl böyle düşünebilir? Bir yanlış nasıl ısrarla savunulabilir? Nasıl bu kadar farklı pencerelerden görebiliyoruz? Benim gördüğümü onlar neden göremiyor? Neden farklıyız? Hangi açıdan bakıyor?

Şimdi size bu soruları sormamıza sebep olan birkaç kişisel özellik örneği vermek istiyorum. Eminim size de tanıdık gelecektir.

Bütün gerçekler kendisine gösterildiği halde, kabul etmeyen, kendi inandığı görüşe körü körüne ısrar eden, anlamsız tartışma içine giren bir nevi fanatizm derecesinde ruh hali,

Bir konunun doğruluğunu hiç araştırmadan direk karşıt düşünceyi inkâr,

Başka fikir ve kanaatlere düşman kesilmek ve onlara yorumlama hakkı tanımayarak saldırgan olmak gibi vasıflar,

Yanlış, hatalı düşünce ve fikirlere itiraz edememe, hatta yanlışı doğru olarak görecek kadar ileri giden bir akıl tutulması,

Bir görüşe körü körüne bağlanmak, o fikrin doğru veya yanlışlığına bakmaksızın savunmasını yapmak,

Bütün bunların ortak tek bir adı varmış;

TAASSUP !

Bilgisizlikten ve cahillikten kaynaklanan taassup, inat ve değerlendirebilme eksikliği, muhakemesizlik üzere kuruludur. Genellikle cahil sözcüğü ile ilgili yapılan yanlışlık “bilgisiz, eğitimsiz, okuma yazması olmayan” kişileri tanımlamak üzere kullanılmaktadır. İşte en büyük yanılgı ve algı bu anlayıştadır!

Çünkü cahil, bilgisiz ve eğitimsiz kimse değildir. Bilgiye kapalı, kendini geliştiremeyen, eleştiremeyen, araştıramayan, sorgulayamayan ve muhakeme yapamayan, gözleri kapalı yaşayan kişi demektir.

Çağımızın en büyük sıkıntısı ise cehaletin yüceltilmesi ve cahilliğin mağduriyet olarak kabul edilmesidir. Kişilerin, kurumların ve hatta siyasilerin kendi menfaatleri doğrultusunda kullanabildikleri, düşünmeden uygulayan, sorgulamadan biat eden kişiler her zaman tercih edilmiştir. Bilgiye koşmadan, emek vermeden kazançlar elde eden bu kitle kendisini liyakat sahibi kişilerin bile üstünde görmesine sebep olmaktadır. Hatta üstüne birde ironi yapıp sizi cahillikle bile suçlayabilirler.

Filozofların ve bilim adamlarının bu konuyla ilgili savundukları bazı tezler var. Proctor, cehaletin kasıtlı olarak yayıldığını, kasıtlı olarak cehalet yayma konusunun incelenmesini agnotoloji olarak adlandırdı. Yani agnotoloji, “Bilgisizlik Bilimi” demek.

Köklü bir cehalet döneminde yaşadığımızı ifade eden Proctor, bilginin ‘erişilebilir’ olmasının o bilgiye ulaşıldığı anlamına gelmediğini hatırlatıyor.

Proctor, siyasi ve felsefi konularda insanların bilgisinin çoğu zaman inanca, geleneğe ve daha çok propagandaya dayalı olduğunu belirtiyor.

Cehaletin yayılma koşullarını ise şöyle açıklıyor: 1. İnsanlar bir olguyu anlamadığında, 2. Ticari ya da siyasi nitelikli özel çıkar grupları bir konu hakkında kafa karışıklığı yaratmaya çalıştığında.

Ünlü Britanyalı filozof William Russell bu durumu çok güzel özetlemiştir.

“Günümüzde dünyadaki temel sorun, cahillerin kendilerinden son derece emin, akıllıların ise şüphe içinde olmalarıdır” demiştir.

“Hayatta başarılı olmak için iki şey gerekir: cehalet ve kendine güven” diyen Mark Twain’i,

“Eyleme geçmiş cehaletten daha korkunç bir şey yoktur” vecizesinin sahibi Goethe’yi de anmadan geçemeyeceğim.

Adet olduğu üzere bu konuyu yine bir hikâye ile bitirelim.

Eski Çin’de idam mahkûmlarının son gecelerini hep birlikte neşe içinde geçirmelerine izin verilirmiş. Mahkûmlar, cellât da aralarında olmak üzere, hep birlikte sabaha kadar şarkılar söyler, en sevdikleri yemekleri yer ve pirinç rakısı kadehlerini peş peşe yuvarlayıp mutlu olurlarmış.

“Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte cellât, ansızın hareketlenip palasını çeker ve hafiften çakırkeyif mahkûmların kellesini, tırpanla başak biçer gibi alıverirmiş.

Yine böyle bir infaz ayininde mahkûmlar, sabahın ilk ışıklarına kadar pek güzel eğlenmişler, şarkılar söyleyerek yiyip içmişler. Derken güneşin ilk ışıkları dağların arasından görünmüş.

Fakat hiçbir şey olmamış. Mahkûmlardan biri, cellâda sormuş: “İnfaz neden gecikti?” Cellât, “Gecikmedi ki,” demiş.  “Fakat kellelerimiz yerli yerinde duruyor,” diye diretmiş mahkûm.

“Size öyle geliyor,” demiş cellât, palasına bulaşan kanı göstermiş mahkûma. Dehşete kapılan mahkûm, “Nasıl yani?” diye mırıldanmış. “Ben çok hızlıyımdır,” demiş cellât.

 

“Ayağa kalktığın anda kellen kucağına düşecek.”

 

Olan şeyleri idrak edememek, olmamış gibi davranmak ve savunmak, olmuş olduğu gerçeğini değiştirmez. Ayağa sağlam kalkmamız dileğiyle.

      Umutla kalın.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
İLGİLİ YAZILAR
- Advertisment -

Son Yazılar

İlgili Yazılar