SU HAKKI

İnsanoğlunu yerine ikame edemeyeceği en önemli doğal kaynak su’dur. Ayrıca çevresel sürdürülebilirliğin sağlanmasındaki ön koşul da şüphesiz ki su kullanımının akılcı yönetimidir. Ancak bu önemli kaynağa erişim hiçbir dönemde bu kadar endişe verici olmadı. Bu da suyun dünyada stratejik önemini günden güne arttırıyor.

Tüm insanlığın ve tabi tüm canlıların doğal hakkı olan suyun yakın zamana kadar ticarete hatta savaşlara konu alacağı öngörülemezdi. BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesinin Cenevre’de düzenlediği 29’uncu oturumda su hakkı şu şekilde tanımlanmıştır;

“Bir insan hakkı olarak su hakkı, herkesin yeterli, güvenli, kabul edilebilir, fiziksel olarak erişilebilir ve karşılanabilir suya hakkı olduğunu öngörmektedir.”

Ancak tatlı su kaynakları günümüzde küresel sermayenin tüm hesaplarını üzerine kurduğu bir meta olarak karşımızda duruyor. Hatta öyle ki adına “su ekonomisi” denilen küresel bir sektör kurulmuş durumda ve bu sektörün aktörleri su kaynaklarını ele geçirmek için kıyasıya rekabet içinde.

Bu aktörler insanların sağlıklı suya erişiminin ancak piyasa mekanizması aracılığı ile mümkün olabilmesi için mücadele ediyor. Birleşmiş Milletler, IMF, ve Dünya Ticaret Örgütü gibi oluşumlar üzerinde etkili olabilmek amacıyla “Küresel Su Ortaklığı” ve “Dünya Su Konseyi” gibi yapılar oluşturarak kurumsallaşmaya başladılar. Bu oluşumlar tarımsal sulamadan kentsel su ihtiyacına kadar her alanda su kullanımının kontrol etmeyi hedefliyorlar. Özetle artık dünyanın tatlı su kaynakları tıpkı petrol gibi çok uluslu şirketlerin olağanüstü kâr potansiyeli gördüğü bir ticari meta.

Uluslararası verilere bakıldığında küresel su ticaretinin hacminin yaklaşık 4 trilyon dolar olduğu görülüyor ki bu rakam su piyasasının doğal potansiyelinin küçük bir bölümü diyebiliriz.  Küresel su pastası IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans kurumlarının da stratejilerini etkiliyor. Kredi talep eden veya borçlu ülkelerden öncelikle su kaynaklarının özelleştirilmesi isteniyor.

Türkiye’de zengin yeraltı su kaynakları ile hem uluslararası ilişkilerde hem de küresel ticarette söz konusu rekabetçi ortamın odağında bulunuyor. Esasen Türkiye’de su kaynaklarının özelleştirilmesi enerji politikaları ile de yakından ilişkili. 2001yılında Türkiye Elektrik Piyasası Kanunu’nda yapılan değişiklikle, hidroelektrik üretimi için özel şirketlere 49 yıllığına nehir sularının kullanım haklarını kiralama imkânı verildi. Bu hak devri, birçok kişi için insanların ve doğanın ihtiyacı olan suyun gaspı anlamına geliyordu. Türkiye’nin dört bir yanından yüzlerce kişi, su haklarını savunmak ve yaşam alanlarını korumak amacıyla köylerinden yola çıkarak Ankara’ya doğru yürüyüşe geçti. “Büyük Anadolu Yürüyüşü” adıyla anılan bu kitlesel ve dayanışma temelli yürüyüş, başkente ulaşmak üzereyken güvenlik güçleri tarafından durdurularak Ankara’ya girişleri engellendi.

Tatlı su kaynakları için de durum pek farklı sayılmaz. Sağlık Bakanlığı tarafından ruhsatlandırılmış 200’ün üzerinde firma faaliyet gösteriyor. Ancak, sektördeki gelirlerin büyük bölümü sınırlı sayıda büyük ölçekli şirket tarafından paylaşılıyor. Su pazarının yaklaşık % 70’i yabancı sermayeli firmaların kontrolünde. Bu kapsamda, Nestlé’nin sektördeki payı yüzde 29 iken, Coca-Cola yüzde 18,4, Danone yüzde 10,5, Yaşar Grubu yüzde 13,7 ve Aytaç ise yüzde 14,3’lük bir paya sahiptir.

Su ticareti savunucularına göre temiz ve kullanılabilir suya erişim konusunda ortaya çıkan olumsuz tablo, suyun giderek “kıt” bir kaynak hâline getirdi. İnsanlık küresel ölçekte bir su kriziyle karşı karşıyadır.  Bu bağlamda öne çıkan çözüm önerilerinden biri, su kaynaklarının korunması ve en etkin biçimde kullanılması adına su hizmetlerinin özelleştirilmesidir. Çok uluslu şirketlerin çevreye ve suya olan duyarlılığını takdir etmekle birlikte bu pratik(!) çözüm arkasından daha büyük sorunları beraberinde getirdiğini görüyoruz.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
İLGİLİ YAZILAR
- Advertisment -

Son Yazılar

İlgili Yazılar