Anneannemin memleketten getirdiği kendisiyle yaşıt olan toprak testiyi kaptığım gibi Silivri sporun maçına koştum. Toprak testi değil de taştan testiydi sanki! Yolda gittikçe ağırlaştı, bir kaya kütlesi haline geldi adeta.Taşımıyor, sürüklüyordum. Bir de “dolu olsa yandık” demeye kalmadı. Boğa deposunun (Şimdi ki Elmas çay bahçesinin yerinde idi) bahçesindeki çeşmeden doldurduğumda yerinden kımıldatamıyordum. Zorla bir iki kişinin yardımıyla sahanın kenarına kadar taşıdık. Dolaşmak ne mümkün, elinde sürahi ile dolaşan çocuklar, etrafımda tur atıyorlar, çaktırmadan yan gözle de testiyi kesiyorlardı. Refik Narinç ağabeyimiz vardı. Gazoz satardı, gazozlarını bir testere darbesi ile açar, darbenin etkisiyle de gazoz; büyük bir patlama sesi ile açılırdı. Daha öteye gidecek mecal yoktu ben de mecburen hemen onun yanına ilişivermiştim.
Biraz sonra futbol takımımız da gelip, maç hazırlıklarına başladılar. Kalede Günay Türkkan vardı. (Sonraları Şuayip ağabey aldı yerini.) 2- Numara Nazif Erdeniz ve 3- Numara Basri Sarıbaşak, yerleri hiç değişmezdi. 4- numara Seyfi ağabey, 5- numara Yurdal, 6- numara Ferhan, 7- numara Mustafa Canbaz, (hoşti) 8- numara Öner ağabey, 9- numara yılmaz, 10- Çevik Baysalgil, 11- numara Ercan olmak üzere birkaç isim değişikliği de olabiliyordu. O zamanlar, takımın adı Silivri Gençler Birliği idi. Antrenör Bülent hoca (Uluşahin) taktik veriyor, takım da herkese görevlerini anlatıyordu. Yerimi sevmiştim, futbol bilgim artıyor, yavaş yavaş oyuncuları tanıyordum… 1 numara Günay Türkkan ağabeyimiz ileri de benim idolüm olacaktı ama bir isim var ki en çok onun ismini duyardım maçlarda…
2- numara Nazif!
Nazif Erdeniz ağabeyimiz. Yerinden kımıldamayan toprak testimin sayesinde benim aylarca seyrettiğim en yetenekli futbolcuydu. Hani adam geçer top geçmez sözü var ya Nazif ağabey için geçerli değildi. Ne adam geçebilirdi, ne de top! Bir insan, ölümüne oynar mıydı? Üç metre ötem de yerleri titreterek depara kalkmasıyla seyircilerin de ayağa kalkması aynı anda gerçekleşiyordu. Nazif ağabeyin ayağından top almak şöyle dursun, o topa dokunmak bile büyük cesaret isterdi. Koştuğunda yer sarsılırdı. Formasının terini sıkar tekrar giyerdi. Aylar, yıllar böyle geçecekti. Toprak testi, suyu soğuk tuttuğundan tercih edilen sucu pozisyonundaydım. Devre arası, istemesini beklemeden ona bir bardak su koştururdum. Çok işitmişimdir, “ver çikletini ağzına, üst üste iki maç çıkarsın” derlerdi büyüklerimiz…
Benim gözümde biyonik adamdı. Daha sonra bir sandalı olduğunu öğrendim! Krem rengi bir piyade idi. 12 HP’lik Arşimet marka motorluyla bir kılıç gibi duruyordu denizin üstünde.
Nazif ağabeye olan hayranlığımdan mı? Yoksa sandalın kendisi mi bu kadar güzeldi? Bilemiyorum. Tıpkı kendi gibiydi sandalı da adıyla bütünleşen bir duruşu vardı.
Hırçın koymuştu adını. Mayıs başı mı yoksa Eylül sonu muydu neydi? Tam anımsayamayacağım şimdi. Öğretmenler Lokali olarak bilinen yerdeyiz ve herkes toplanmış, denizi seyrediyorduk. Dalgakıran, en kısa halinde; mendirek henüz yok ve yok denecek kadar az kayalarıyla iskeleyi dalgalardan koruyamıyordu. Bir an da bağrışmalar, yapma etme demeler, feryatlar arasında Nazif ağabey koşar adımlarla Hırçın’a doğru gidiyordu. “Sakın bu havada denize açılmayı düşünmesin” demeye kalmadı. O kılıç siluetli tekne dalgaların üzerinde uçuyordu. Birden lodosun istikametine döndüğünde teknenin burnu havaya doksan derece dikiliyor ve bir anda dalgaların arasında kayboluyordu. İnsanlar eski mezbahanın oraya (Olta restoranın yeri) doğru koşmaya başladılar.
Benim kahramanım denizde dalgalarla boğuşurken, bana orada durup, beklemek yakışmazdı herhalde! Ben de diğerleriyle birlikte koşmaya başlamıştım. Nazif ağabey de bizimle aynı zamanda geldi o bölgeye. Motorunu durdurup, denizden ağlarını çekmeye çalışıyordu. İmkânsız gibi bir şeydi. Eğiliyor, kalkıyor, düşüyor, doğruluyor ama çektiklerini deniz elinden geri alıyordu. “Bırak geri dön” diyenler, “gel vazgeç” diye bağıranlar doluydu ama seslerini duyurmak ne mümkündü! Bir an bir şey oldu sanki. Birkaç dakika hareketsiz kalarak bize doğru bakmaya başladı. Biz, onun sesini duyuyorduk. Gülümsedi ve “niye tezahürat yapmıyorsunuz?” Diye seslendi… Bir anda ortalık bayram yerine döndü! Bağıranlar, ıslık öttürenler, alkışlayanlar, haydi Nazif, yürü be 2 numara seslerine, kahkahalar atarak daha kuvvetli asılıyordu ağlara…
Futbolun dışında bir iş ama futbolla o kadar iç içe yaşamıştı ki en kötü şartlarda bile onu düşlüyor ve kendini saha da düşünüyordu. O gün lodosun elinden çekip, almıştı ağlarını… Limana girdiğinde, Hırçın’ı, yavuz zırhlısı gibi karşılamıştı insanlar…
Ben, bu anımı anlattığımda Irgat Ağabeyimizin gözleri dolmuştu. Ben de anlatayım Nazif ağabeyimle ilgili bir anımı diyerek başladı. “Silivri’mizin özgürlük simgesiydi !”demişti, biraz durdu ve “ona çok yakışıyordu” diyerek sürdürdü konuşmasını.
Meraklanmıştım ve sabırsızlanıyordum!
“27 Mayıs bayramlarında Nazif ağabeyimizin üstünü başını yırtarlar, kan makyajı yaparlar ve demir bir kafes içine kapatarak, kafesin üstüne de siyah bir örtü örterek, Atatürk meydanına getirirler. ( O zamanlar çarşıdaydı) Sonra Garnizon Komutanı gelir, örtüyü kaldırır, kafesin kilitlerini açar, Nazif ağabeyi alkışlar içersinde kafesin içinden kurtarırlardı. Özgürlüğüne kavuşturulmuş demokrasiyi simgelerdi. Nazif ağabeyim…”
Irgat ağabey, bunları anlatırken büyük keyif almıştım. Evet, hiçbir şey tesadüf değildir. Onun o mücadeleci ruhunu görüp, o rolü ona verenler boşuna vermemişlerdi.
Bütün dünyada gençlik hareketi başlamış, Türkiye de bundan nasibini alacaktı. Amerika, her yerde protesto ediliyor,6. Filonun gittiği ülkelerde gösteriler düzenleniyor ve kovuluyordu.
İşte o tarihlerde Silivri iskelesine, nereden ve ne için geldiği belli olmayan özel bir yat yanaşacaktı. Herkes, bugüne kadar eşi benzeri görülmemiş olan bu yatı görmek için iskeleye hücum etmişti. İnsanlar, hayranlıkla yatı seyrederken, Nazif ağabey, gökyüzüne bakıyordu. Bir kişi onun bu hareketini görmüş, bir anlam veremediğinden yanına sokulmuştu. Nazif ağabeyim, parmağınla gönderdeki bayrağı işaret ediyordu. Mehmet Ali Sezen ağabeyimizdi o kişi. Takım arkadaşının işaret ettiği yere bakınca; Nazif ağabeyime sarılıyor, başlıyor yüzünü gözünü öpmeye. Yatın, gönderinde Amerikan bayrağı çekili idi. Bizim denizlerimizde Amerikan bayrağı ile dolaşıyor, istedikleri gibi limanlara yanaşıyor ve ayrılıyordu!
Mehmet Ali Sezen ağabeyimizle birlikte limanda bağlı olan teknenin kaptanına gidip, bayrağın indirmesini talep ediyorlar. Önceleri bu küçük ikazı takmayan kaptan, az sonra sıkıyı yiyince, çaresiz indiriyor Amerikan bayrağını. Bizlerin örnek aldığı böyle ağabeyleri vardı o tarihte ve bizler onları tanımaktan kendimizi şanslı hissederdik. Bizler, böyle bir gençliğin devamıyızdır işte!
Bir gün geldi, Nazif ağabeyimi evlendirdiler! O hırçın adam evlenmiş, çok geçmeden çoluk çocuk sahibi de olmuştu. Sakin de bir iş buldular ona. Bir banka kampının güvenliğini verdiler. Sevemedi sakinliği, aksiyon dolu hayatı ona bir değer katıyordu. Yakışıyordu ona hırçın olmak. Yolda hızlı hızlı yürür, üç adımda bir etrafına bakar, sanki gözleri birilerini arar gibiydi… Ve bir gün, o hırçın yüreği kaldıramadı bu kadar sakinliği, zamansız bir ayrılığa gönül koydu ve gitti bizleri bırakıp… Işıklar içinde uyu büyük reis.