Ana SayfaLütfü ErtürkKunduracı Ali (Alestro)

Kunduracı Ali (Alestro)

Gençlik yıllarımın, hafızamdaki kalın çizgilerinden biridir. Nasıl hafızamıza kazınmasın ki yaşam felsefesini anlatsam buradan bir kitap daha çıkar!.. O yanınızdayken ya da siz onun yanındayken bütün sıkıntılar üzerinizden beş dakikada gitmiş, hayatla barışık bir hale gelmiş, kahkahalar atan bir insana dönüşebilirsiniz!..Okul çıkışlarında mutlaka yanına uğrar, halini hatırını sorarken, bir yandan da gözümüz tezgâhın altındaydı! Çıkacak olan ikramı merak ederdik! Bazen bir bardak şarap, (genelde Ortaköy’den ve Fener Köyünden dostları getirir bırakırdı) ya da bir küçük fincanla tadımlık vereceği likörü beklerdik. Genelde Altın likörü içerdi. Biraz sonra “Bitirdiniz likörümü” deyip, ikinci şişe likörü ya muz ya mandalina olarak bize aldırırdı. Muz likörünü mutlaka sütle karıştırıp içerdi.Yemeniciler Sokakta tahta barakadan dükkânında bir ömür! Barakanın içi sinema afişleri ve Pazar Mecmuasının yıldızları ile süslüydü. Onlara bakarken daha dağılırdı kafandakiler. Diğer yüzde ellisini de Ali Ağabeyimiz, “Alestro, Alestro” diyerek başladığı muhabbetleri alırdı. Sizin anlayacağınız, tedavimizi olur, çıkardık barakasından!.. “Alestro”, sözcüğünün Ali Ağabeyimize göre belki de yüze yakın anlamı vardı! “Aleste” ile “Alegro” sözcüklerinin karışımı gibi bir sözcüktü! “Her zaman hazır olacaksın” en yakın anlamı olup, “en güzel, ekstra güzel, işi hallettik, iş tamam,” demeye varıncaya kadar anlam taşırdı. Gerisini varın siz düşünün artık! O an bulunduğunuz yerin ambiyansına göre değişirdi sözcüğümüzün anlamı! Olsun biz her şartta memnunduk, mutluyduk…Kundura tamircisiydi Ali Ağabeyimiz. Öylesine laf olsun diye değil hani! Esaslı ustaydı, ustalarından iyi eğitim almıştı. Evvelden kunduralar, hep ısmarlamaydı. Ayak ölçüsüne göre yapılır, prova bile alınırmış!..Hani, bugünlerde çok sıkça duyduğumuz “Osmanlı torunuyuz” sözü onun için çok geçerli bir sözdür. Çünkü büyükannesi, Saraydan Silivri’ye gelin gelmiştir. Bu sayfalarda yayımlanan “Senihe Sultan” adlı öykümde büyükannesinin hayatını anlatıyorum…

Ali Ağabeyimizin soyadı “Artmış” idi ama doğuştan ufak bir eksiği vardı! Bir ayağı, diğerinden birkaç santim kısaydı ve bu minik fark onun yürüyüşünde ahenkli bir dalgalanmaya neden oluyor, onu daha sevimli; insana daha bir yakın kılıyordu!..

Büyükanne, Senihe Sultan’ın iki oğlu ve üç kızı vardır…

Erkekler, Halil ve Mustafa. Kızlar, Hesna, Lebibe, Saniye olmak üzere beş çocuk sahibiydi. Eşi Basri Efendi o yılların tahsildar memurlarından biridir. Ortanca kızları Lebibe Hanım, aşçıların aşçısı büyük usta Süleyman Artmış ile evlidir. Onların da beş çocukları olur. Ablalar Şenol ve Şükran, ağabey Kâzım, küçük kardeş Muharrem.  Kâzım Ağabey iyi bir futbolcudur, erken yaşta sakatlanır ama futboldan kopmaz. Uzun yıllar Konyaspor’u çalıştırır, Konya’da iken Silivri’den Mustafa Cambaz’ı (Hoşti) Konya’ya transfer eder. Mustafa, Konya’da 39 golle gol kralı olur. Kâzım Ağabey İzmir’de Altay’da görev yapar sonra tekrar Konya’ya döner. Küçük kardeş Muharrem, uzun yıllar taksicilik yapar sonra Silivri Belediyesine girerek, park ve bahçelerden emekli olur. İşte, Ali Ağabeyimin Osmanlı Torunu olmasından başka aile bağları böyledir ama o pek bağlı kalmamıştır aileye!.. Kendi dünyasında ve onu sevenleriyle geçirecektir ömrünü…

Lise sondayız, Hıdırellez gelmiş, kutlamak lazım tabii ki! liseden 5-6 arkadaş toplandık. Muratçeşme ya da Muratsuyu dedikleri bir piknik alanımız var! Osmanlı’da 4. Murat zamanı ordunun dinlenme karargâhı olarak yapılmış bir yer!.. Silivri oraya akıyor, böyle mesire günlerinde… Karar alındı, biz de orada olacağız! Etler, içkiler alındı. Yayılacağız çimene keyif yapacağız!..

Güzel bir ağaç altı ve bir masa bulduk. Kimimiz salataya çalışıyor, kimimiz ateşe… Kadehler dolmuş, herkes pürneşe. O ne? Ali Ağabeyimiz yanımızda bitiyor. “Ali Ağabey sen nereden çıktın” demeye kalmıyor, mangala saldırıyor “Siz keyfinize bakın” diyor, etler sıcak sıcak önümüze geliyor, daha da keyifleniyoruz. Ona da bir kadeh uzatıyoruz, 8 kilo etimiz var, pişirmekle bitmez! Bak kafana göre takıl diyerek mahcubiyetimizi gidermeye çalışıyoruz.

Bitmez dediğimiz et 10 dakika sonra bitiyor. Ali Ağabeyimiz izin isteyerek gidiyor… Giderken de bize takılıyor; “Hepiniz de pehlivan gibisiniz maşallah! Ne yediniz be çocuklar.” Diyerek uzaklaşıyor.

Bütün pehlivanlar, birbirimize bakıyoruz!

Ali Ağabeyin arkasından bakıyoruz, giderken, elinde bir şey var mıydı?” soruları arasında, kalktım gittiği yöne doğru ben de gittim! O ne? Ali Ağabeyin yanında İlcan ve İsmail ağabeyimiz var. O yılların bıçkın delikanlıları! Dikilirsin başlarına, başlarsın sorgu suale! Ali Ağabey, et paketlerini yarıya bölmüş, yarısını bizim mangala atıyor, yarısını çöp poşetinin içine! Çöp poşetiyle dönüp geliyor… Döndüm geriye, anlattım durumu bizimkilere, gülmekten kimde hâl kalır! Daha geride dört kilo et var ve bizde de içilmeyi bekleyen dünya kadar içki! Takıma bir gaz verirsin, Ali Ağabeylerin masaya hücum edersin!.. O gün orada, o tiyatro’yu görmenizi çok isterdim. Ali Ağabey, kırdı geçirdi ortalığı.

Beş kuruşsuz masa kurar, 10 kişi yer içer kalkar, kimse bilemez ne yedik, kimden yedik? Yaratıcı gücüne hayrandık…

Yaz gelince Ali Ağabeyi tutana aşk olsun! Kareli, yeşil gömleği ve kısa pantolonunu ayağına çekti mi bilin ki artık yaz gelmiştir. Sahilde kumlukta bir kamp yeri vardır. 4 K kampı… Dayısı, Piri Mehmet Paşa Mahallesinin muhtarı o yıllarda! Terzi Halil Sarıbaşak, otoriter bir adam, kamp onun nezaretinde kuruluyor. Aileye çadır yeri kiralıyorlar. Birçok aile Almanya’dan ve çoğunlukla karavancı! Ali Ağabeyimde bir çadır var, kamyon brandasından indirip kaldırırken 5 kişi zor yapıyor o işleri! Halil Ağabeyin istemeyerek olsa da tahsis ettiği bir yere kuruyoruz çadırı! Kamp yerinin en çukur ve en orta yeri. Çadırımızın içinde her türlü ve her zevke uygun yatak, döşek var! İsteyene sünger, isteyene deniz yatağı, isteyene ot döşek! Yetmediği oluyordu. Şeker çuvalından dokunma kilimler var üzerine uzanıveriyorsun… İşte yaz maceramız başlamakta!..

Bir gün öncesinden toplar bizi barakaya. O gün bütün içkiler ondandır. Yarın için liste yapar, İsmail balık alacak, İlcan midye çıkaracak, ben soğuk mezeleri götüreceğim, Erol Kaynar, rakı alacaktır. Öce herkeste bir itiraz, bir cayırtı, o bekler, sessizce dinler sonunda konuşurdu…

Çadırımızın önünde 12 kişilik bir masa var ama önce itiraz da var. Ne lüzum var, milleti mi toplayacaksın başımıza diyerek karşı çıkmalar! Tartışmazdı bile, sakin bir şekilde “Siz, ilk akşamı bir görün, olmazsa yakarız!” derdi.

İsmail, Emin Reisten ya da kardeşi Cemal Reisten mevsimine göre balıkları alır gelir. Salata hazırlığı yapılır, akşam meltemi beklenir denizden karaya eser, Ruşen Babadan alınan çeşitli taptaze mezeler… Meltem esmeye başlamıştır. Her şey masaya tek tek taşınırken, balıklar ızgaraya yavaşça bırakılır… Ali Ağabeyim bir çay bardağına doldurduğu rakıyı yavaşça masanın etrafında yere döker. Biz anlamayız ne olduğunu, İlcan Ağabey bağırır “Deli misin sen, rakıyı niye döküyorsun” hiç su konulmamış rakı toprakla buluşur etrafı bir anason kokusu sarar balığın kokusuyla birlikte havadaki iyot da girer mi devreye!… Ali Ağabey tembihlemiştir. İlk konuk gelene kadar konuşmak gürültü yapmak yoktur!

Koku kampı sarar! İlk konuğumuz mutlaka bir kadın olurdu, “Ay, o kadar uğraşıyoruz bizimkiler kokmuyor böyle” deyip dikilir masanın başına! Eh Ali Ağabeyin istediği de budur. Buyur edilir bayan bir kadeh rakı verilir, salatanın suyundan alması rica edilir önüne bir balık bırakılır! İkinci yudumda eşine seslenir “Koş gel canım bizim çocuklar harikalar yaratmış!” Ne zaman sizin çocuklar olup, çıkmıştık ama Ali Ağabeyimin gülen gözlerini gördükçe kavrıyorduk işi!..

Ertesi gece, bir ertesi gece 12 kişilik masa yetmemeye başlamış, kampın yarısı bizimle yemek yiyor olmuştu. Bazen öyle anlar olurdu ki biz daha gitmeden masalar donatılmış mangal ateşlenmiş olurdu! “Meltem çıkmadan masaya bir şey koymayın!” yasasını bizden öğrenmiş oldular! Ama bir bardak saf rakıyı kumlara dökme işini kimselere söylemedik(!) O kokuyla ne mezeler ne rakılar yakalamıştık!..  Yaz boyunca ne mezeye ne de rakıya para verdik! Arada bir utandığımızdan bir iki karpuz ya da bir iki kavun alır götürürdük…

Kampın filozofu gibiydi Ali Ağabey, çarşıda bülbül olan Ali Ağabey kampta utanmasa selam bile vermeyecekti. “Az konuşun” diyerek, bize de fırça çekerdi…

Böyle bir dayanışma içinde yaz mevsimini geçirir fakat çadırımızı kasım ayı sonuna kadar sökmezdik!

Artık okula da gitmiyor, sokaklarda haylazlık ediyorduk. Ali Ağabeye uğrardım. Nazmi arkadaşımız Tekila ya da Rus votkası getirir, içerlerdi.

Bir gün Ali Ağabeyin sokağından geçiyorum, dalmışım! Elindeki falçata ile camı çaldı. Döndüm baktım “Gel” diyor! Gülümsüyor ama bir acayip gülümsüyor onu hiç öyle görmemiştim!…

Hayırdır, demeye kalmadı sol elini kaldırdı. Bir yüzük vardı parmağında. Bu ne demeye kalmadı, döküldü yağmur misali… Ali Ağabeyimizi, bu işin yaşlılığı var, karı var kışı var, bir ses olması lazım, nereye kadar gider, telkinleriyle mahalleden birilerinin aracılığı ile buldukları bir kadını Ali Ağabeye kitleyiveriyorlar…

O sahillerin bir tanecik Alestro Ali’sine sormadan, Anne baskısı ile mahalle baskısı bir olup, görmeden, anlamadan, dinlemeden Karadeniz’den tanıdık bildik vasıtasıyla oldu bittiye getiriveriyorlar. Ali Ağabey perişan, ağlıyor; “bana, beni baksın diye aldıkları kadına ben bakıyorum Lütfü’m” diye ağlıyor. Ne ara gördün ne ara nikâh yaptın diyemiyorum. Ağzımı açmadan o şarlıyordu. Kadın, iş yapmaz, hafiften zekâ özürlü ama Ali Ağabeyin paralarını da alıp kayboluyor, üç gün sonra geri geliyormuş… “Boşayacağım!” dediğinde, kız tarafı karşı çıkıyor, kabul etmiyorlar…

O arada kunduracı barakasını oradan taşımasını istemezler mi? Banka almış yeri, şubeyi genişletecekler… Çaresiz, gidecek ama kadını göndermesine de bahane oluyor!.. “Nerede kalacağız, bakamam donar hastalanır, ölür, günahına girmeyin alın götürün” diye ağlıyor sızlıyor! Allah korkusuyla Kabul ediyorlar, zar zor üç beş kuruş da bulup buluşturup, başından savıyor! Ben, eskisi gibi gidemiyordum yanına.

Askerlikti, evlilikti derken epey kopmuştum. Nazmi Silivrili ile birbirilerine yarenlik ediyorlardı. Tanker Recep’in ve Kemal Yaşat’ın işlettiği kafe bara takılıyorlar. O sıralar, nereden bulduysa omuzunda ufak bir ispenç horozu taşımaya başlamıştı!.. “Karayip Korsanları” filmi ortalarda yokken Ali Ağabeyimiz başında hasır şapkası, kısa şortu ve omuzunda papağan yerine bir ispenç horozu oturtarak geziyordu.

Artık sahildeydi! Evi de dükkânı da oradaydı. Terk edilmiş taş bir binada oturuyordu… Nazmi Kardeşimiz de bırakıp gitmişti bizi.

Arada bir balıkçılar kahvesinde rastlarız birbirimize; birer çay içer, hâl hatır sorar ayrılırdık. Ne çabuk geçti o yıllar, anlayamadık!

Bir sabah canı denize girmek istiyor. Sabahın erken saatleri kimsecikler yok ortalarda! Ev yakın, çay bahçeleri önünden giriyor. Aslında iyi de yüzerdi. Kalbi sıkıştırıyor bir anda iki kat kalıyor suyun üzerinde… Yardım bile isteyemiyor! Onun da gitme vaktiydi sanırım. Öylece bırakıp gidenler, ıssız bir şekilde gidiyorlar. Bu kirlenmiş dünyayı bize bırakıp gitti! Işıklarda uyu Alestro…

Bu yazıda adı geçenlerin çoğu aramızda değiller artık! Hepsine Allah’tan rahmet diliyorum…

09.03.2021

Lütfü ERTÜRK

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
İLGİLİ YAZILAR
- Advertisment -

Son Yazılar

İlgili Yazılar