İş mi şimdi bu senin yaptığın?
Değil, biliyorum.
İstediğim cevabı vereceğini bildiğim için merakla ve kısa bir şekilde soruyorum o içimdeki kovamadığım sese:
Eee?”
İstediğim cevap gelir: “E’si yok! Kalk, hadi düş yollara da düşlerin gerçekleşsin.”
Çoktan otobüse binmiş gidiyorum. Nereye mi? Binerken sormadım ki!
— Sizin arabada kolonya var mı?
— Var!
— İyi o halde servis yap, birazdan hava ısınır ve içeride anason kokusu hızla yayılır. Kolonyan yoksa ben vereyim, benim kolonyanın adı; Arkamdan Gel,
— Var ağabey, senin ki kalsın.
Muavin haklı, bırakın arkamdan gelmeyi, o an biri benimle karşılaşsa; inanın yolunu değiştirir.
O da ne? Ulan çorabın tekini giymişiz, ötekisi yok. Onu da kurcalamayalım. Şimdi her tarafı anasonla karışık ayak kokusu kaplamasın.
Yapma, olamaz! Benim gibi bir denizcinin midesi bulanamaz, bulanmamalı.
Bulandı bile hem ki, ta dipten geliyor, lodos sanki mübarek.
— Kardeş poşetin var mı? Çabuk olursan iyi olur.
— Tamam, geldik işte! Ağabey iki dakika da arabanın içini Ümraniye çöplüğüne çevirdin.
— Konuşma lan. Bu torbayı kafana geçiririm görürsün çöplüğü, Ümraniye’yi.
— Tamam, kızma birazdan mola veririz. Temizlenirsin. Ağabey, çok içmişsin?
— Sana ne!
— Nereye gidiyorsun?
— İçmeye.
— Patla.
— Bana mı dedin?
— Yok, kaptan çağırdı da hadi eyvallah.
Defol, biz de yedik sanki.
O da ne ya, bağırsaklarım kıyılıyor adeta.
Kıyılıyor mu? Tabii ya! Gece yarısı kokoreç mi yenir?
—Hop! Muavin bey kardeşim, hani mola verecektiniz?
— Tamam, geldik az kaldı. Sık dişini, bak bizim dişlerimiz neredeyse sökülecek yerinden.
Ne demek istedi şimdi bu? Düşünecek halde değilim, arka kapının alt basamağında yolculuk ediyorum artık. Durduk mu ne? Evet, kaptan bana sesleniyor. Kapı açıldı ayaklarım toprağa basıyor. O da ne? Koca otobüs kaçıyor, resmen beni bırakıp kaçıyorlar. Tuvaletler, tuvaletler ne taraf…
Acele etmeme gerek kalmadı artık, umarım sular akıyordur.
Tuvaletçi kapıyı yumrukluyor. “Hadi hemşerim çamaşır mı yıkadın beş ton su akıttın?” Anlıyorum ki benden bir beşlik gidecek, Allah’tan on ton demedi.
Nereye kadar geldik? Kaçan otobüs nereye gidiyordu? Burası neresi? Üst baş nasıl kurur? Of aman Allah’ım!
—Dayı, burası neresi? Acaba kalacak yer bulabiliriyim?
—Sen önce oradan bir beşlik ateşleyesin, yatma işini hallederiz sonra.
Altıncı hissime her zaman güvenmişimdir. İçimdeki ses, beş papelin gideceğini bildirmişti bana. Ulan bu ihtiyar, bu güzergâhta çalışan otobüslerin kaptanlarını tanır herhalde?
—Pehlivan ağa, bana yardımcı ol be! Neredeyim ben, üstelik otobüsü de kaçırdık.
Islak pantolonuma bakıp, olayı anlamaya çalışıyordu.
—Te be İnecik köyüdür burası. Birazdan gelir İzmir arabası, söyleriz senin arabayı kaçırdığını, aynı firmanın yolcusu deriz be ya!
—Tabii ya!
Tekirdağ’ı geçmişiz demek ki. Dediğim gibi oldu, otobüs geldi. Pehlivan aga, kaptana beni anlatıyordu, bir yandan da gülüşüyorlardı. Yanıma geldiğinde:
—Tamamdır, ha binesin arka tarafa dikkatli olasın gene doldurmayasın.
Otobüs durduğunda uyandım, öğlen çoktan geçmişti. Otobüsümüz ihtiyaç molası vermişti. Akhisar yakınlarındaydık. Benzinliğe bir köy minibüsü geldi. İçinden inenlerden ikisinin konuşmalarına takıldım.
—Nettiriyon len, geleyon mu Çınar’a gafaları çekmeye? Sabah kuzuyu keseceydi. Gidinin deyyusu koca göye haber salıyor.
—Akşamdan yapıyor aşıyı desene. Varalım bir ufağın belini kıralım.
—Galırmıyız bi ufakta ülen?
Kalmazsınız, kalmazsınız. Bak şimdi ya, bana yapılır mı bu! O çınarı ben de merak ettim.
Az sonra ben de onlarla birlikteydim. Bu iki kafadar nereye kadar giderlerse, ben de arkalarından gidecektim. Çok geçmeden işareti verdiler zaten.
—Ülen Sarı, bizi Çınar’da indir oğlum. Sen de gel sonra.
Ben de arkalarından seğirttim. Az bir yürüdük. O ne? Bu nasıl bir yer böyle? Dünyanın sekizinci harikası burası olsa gerek. Anlatılmaz, yaşanır burada.
Küçük bir şelale akıyor. Billur gibi bir su, etraf çınar ağaçları ile dolu. Küçük bir tahta köprüden geçiyorsun, ortada üçyüz metre kare kadar bir adacık tahtadan eğri büğrü masalar, masaların etrafından dolaşan sular. Etraf serin mi serin. Evet, masanın birine de ben çöktüm. Ağaçta sallanan yeni kesilmiş bir kuzu.
—Arkadaş, sen bizi takip ettin gari emme, yaktın bizi. Gelir şimdi bizim sidikli, bir misafir gelsin, kokusunu on kilometreden alır. Geçer karşısına oturur bakar durur yüzüne. Eh gel otur orada artık, kokusu siner etrafa gitse dahi kalır kokusu.
Bu koku muhabbeti canımı sıkmıştı. Lafı bize mi çakıyorlardı anlamadım gitti.
—Akşamdan kalma gibi bir halin var delikanlı.
Anladın ya tebrik ederim yani.
—Demedim mi ben, aha geleyo işte, bizim yarım dünya. Kokusu ta nerden geleyo. Aman delikanlı, bu şimdi gelir, masana oturur, başlar sana bakmaya. Hiç durma kalk git bir tur at. O arada gider, bir bira veririz eline göndeririz.
Yarım dünya dedikleri bir kadın; yüz elli kilo civarında, köprüden geçerken ha çöktü ha çökecek diye iç geçirdik. Kaçacak bir yer yok, üç yüz metre kare bir adacık, doğru benim masaya.
Göz göze geldik, gülümsedi, masmavi gözleri var; burnunun üstünde çilleri ile yaramaz bir çocuğu andırıyor, öylece bakıyor.
—Konuşmaz o, konuşmaz. Kimse görmedi konuştuğunu. Misafir ne olursun kalk git bir dolaş gel, söz senin içkini biz ısmarlarız dayanamıyoruz artık.
Benim gitmeye mecalim mi var. Bakışıyoruz yarım dünya ile hem kendime de yakın hissetim onu. Burnum da alıştı zaten. Olayı patlatıyorum; “Rakı içer misin?” diye soruyorum. Karşı masadan feryatlar yükseliyor bir anda:
“Yandık ki ne yandık, gitmez artık sen gitsen de o gitmez kalır burada bir hafta kalır, sen döneceksin zanneder. Bekler durur burada, yandık ki ne yandık.”
—Artık gitme, otur burada da içsin bir kadeh, belki kendiliğinden gider. Ne yaptın be aganın.
“Neden yabacılara böyle davranıyor? Sizin köylü mü? Gerçek ismi ne?” sorularını tek tek sormaya başlamıştım ki, birden kısık incecik bir sesle konuşuverdi.
—Onlara sorma ben anlatırım sana. Konuştuğumu da sakın belli etme onlara.
Donup kaldım! Konuştuğunu bu güne kadar gören olmamış, duyan olmamış ama o benimle konuştu.
Sessiz ve usulca konuştu.
Derin bir sessizlik çökmüştü ortalığa, ilk defa minik şelalenin sesini duydum. Güneş,çınarların arasında belli belirsizdi, akşam olmak üzereydi.
Köylülerin bizden bahsettiğini duyar gibi oldum. Bu arada masalarını da oldukça uzağa taşıdıklarını fark ettim.
—Misafir delikanlı da hoşçuna biri, baksana yarım dünya ile bayağı kaynaştılar.
Kahkahalar atıldı, kadehler kalktı şerefimize uzaktan.
Kim bilir ne zamandır yemek yememişti, masaya gelen salata ve keçi peynirlerinin bittiğini fark ettim. Durmadan yüzüme bakıyor beni inceliyordu. Salataya baktığımı fark etti gözlerini kaçırdı. “Üzülme, tekrar söyleriz” ve usulca sordum: “Adın ne?” Dönüp arkadaki köylülere baktı.
—Birazdan minibüs almaya gelir bunları, sonra konuşuruz.
Hiç buralılara benzemiyordu, konuşma aksanı da öyle. Yer, yer beyazlamış kızıl saçlar ve deli mavi gözler, küçücük bir burun. Bu etli yüzde kaybolmuş güzellikler olarak gözüme çarpıyordu. Bu arada, etlerimiz ve salatamız gelmişti. Egenin rakısını pek tutmam ama gece uzun olacaktı. Bir yetmişliğin bildirimini de çoktan içeri vermiştik.
Köyün minibüsü homurdanarak geldi.
—Ülen sarı, serkisof saat gibisin. Gel hele bak burada kim vaa! Talip, sarı geldi. Göğdün mü len? Getir rakısını adamımın.
Meyhanecinin adı Talip’miş, onu da öğrenmiş olduk. Derken, bizimkinin sesiyle irkildim.
—Sevinç, adım Sevinç. Aslen Bursalıyım ve sen ona çok benziyorsun.
—Sevinç ha, peki o kim? Ben kime benziyorum?
Bak, gidiyorlar dediğinde; meyhaneci Talip de onlarla yol aldı. Bizden mi kaçtılar, oldular da mı gittiler bilemiyorum. Şimdi minicik bir ada da; yarım dünya Sevinç ile beraberiz tarifsiz kokular içinde. Kimselere anlatmadığı hikâyesini dinlemeye sabırsızlanıyordum Sevinç ablamızın.
—Hayatımı verdiğim adama çok benziyorsun. O bir siyaset adamı idi, bakandı o.
— Ne bakanı diye sorduğum da; espriyi patlattı. Güne bakandı deyince gülmeye başladık.
—Tanıştığımızda henüz yirmidört yaşındaydım. Yeni mezun olmuştum fakülteden, bizim bölgeden milletvekili seçilmiş, iş bulmamda yardımcı olur diye Ankara’ya kadar gitmiştim. Gidiş, o gidiş işte, öncesi sekreterlik, sonra metreslik. Dokuz yıl süren bir aşk hikâyesi. Evliydi, çocukları vardı, arada bir gider sonra yeniden birlikte olurduk. Gezmediğimiz ülke kalmamıştı. Yurt içi, yurt dışı gezilerinde hep yanındayım. Ben de onu sevmiştim. Bir gün eşi öğrenmiş durumumuzu, canı çok sıkkındı onların yanına gitmek üzere o gece yola çıktı. Feci bir trafik kazası, kurtulamadı.
Kimsesiz ve beş parasız bir halde ortada kaldım. Kendimi alkole vermiştim. Alkol bulabilmek içinde pavyonlarda çalışmaya başladım. Zamanla oralara da almadılar. İki yıl önce geldim buraya. Tam buraya, senin gibi indim ben de; köyün minibüsünden. İniş, o iniş işte! Hemen her gün gelirim. Yabancılar gelince bakarım yüzlerine acılarını anlamak isterim. Hiç konuşmadan bakarım öylece. Başlarından gideyim diye bir şeyler ısmarlarlar bana. Sen çok bonkör çıktın. Sahi, senin adın ne?
Gece karanlığında bana bir şey göstermeye çalışıyordu. Beraber yemeğe çıktıklarında çekilmiş bir fotoğraf! Eskimiş, solmuş. İncecik kızıl saçlı, çilli bir kız. İki mavi göz gülümsüyor. Karşısında oturan adam da; sanki ben! Resmi başkası görmüş olsa; ben, olmadığıma inandıramam
Sarı’nın korna sesiyle uyandım. Bana sesleniyordu. Etrafıma bakındım Sevinç yoktu. Gitmiş.
Başka araç bulamayacağımı düşünerek koşarak Sarı’nın minibüsüne atladım. Bana takılıyordu “Yarım dünyayı pes ettirdin ya helal olsun sana.
Ya arkedeş, ne anlattın ona o kadar, o hiç gonuşmaz ki”…
“Ben, ben bir şey anlatmadım koca gece o konuştu,” dediğimde yolcular gülmekten kırılıyordu. “Sen akşam bayağı iyi olmuşsun arkedeş, yarım dünya heç gonuşmaz adını dahi bilmeyiz”
Akhisar’a gelmiştik. Minibüsten inerken döndüm ve onlara “Adı Sevinç” dedim. Ben minibüsten oldukça uzaklaşmama rağmen onlar hala inememişlerdi. Şimdi gülme sırası bende idi ve hızla Köfteci Ramiz’e daldım. Tavsiye ederim. Akhisar’a gittiğinizde Ramiz’in köftelerinin tadına bakın.
Bir yol hikâyesi de böyle sona ermişti.
10.08.2006