Ana SayfaHakan Aydın“Emrinize, amadeyim!”

“Emrinize, amadeyim!”

Geçmişte; anti –emperyalist söylemlere sahip hükümet ya da siyasi partiler, ekonomi politikalarını “millileştirme”ye dayandırırlardı. Devletin, iç pazara yönelik üretim yapan sermaye şirketlerinin yatırımlarına finansal destek vermesi, yabancı rekabetten korunan iç piyasanın kurulması ve sermaye birikiminin yetersizliğini gidermeye yönelik devlet müdahalelerini içeren (ithal ikameci) sanayi politikalarını savunurlardı. Bu politikalara dayanarak kurulan sanayide işçi ve emekçiler üretim yapacak ve ulusal zenginleşmeden paylarını alacaklardı.

Bu durum, “ulusal” ekonomilerin –görece- bağımsızlaşarak yabancı sermayeye karşı güçlenmesini sağlayacak fakat sermaye şirketlerini destekleyen devletin  güçlendirilmesini gerektiren bir kamulaştırmayı da beraberinde getirecekti. Devlet, enerji gibi güçlü sektörlerde üretim tesisleri sahibi olacak, ucuza üretecek ve başta sanayiciler olmak üzere “halka” ucuz enerji sağlayacaktı.

Bu tür politikalar, siyasi literatürde Popülizm (Halkçılık) olarak tanımlanmaktadır.

Popülizm, sermaye sınıfının desteklendiği/büyütüldüğü ve büyümenin sürdürülebilmesi için devletin de güçlendirilmesi gerektiğini toplumsal mutabakatla kabul edilmesini savunur. Bir başka deyişle; sanayi sahibi sermaye sınıfı ile işçilerin ve köylülerin arasındaki çıkar karşıtlığının “ortak menfaatler” temelinde ortadan kaldırılmasını ister. Bu nedenle, Popülist politikalar ancak Korporatizm ile birlikte düşünülebilir.

Korporatizm, kapitalist sanayileşmenin başarılabilmesi için toplumsal sınıfların tüm faaliyetlerinin amacını, “ulusal dayanışmaya ve ortak çıkara” indirgeyerek, sınıf mücadelesini dışlayan bir siyasi düzenlemedir. Kısaca; işçi ve emekçilerin, sermaye sınıfının büyümesi için “gönüllü” fedakarlığıdır!

Popülist/Korporatist rejimler, kendilerini “halkçı” olarak tanımlayan liderler aracılığıyla, işçilerin ve köylülerin rızalarını kazanırken diğer yandan da “uzlaşmanın güvenli koruyucusu” sıfatıyla toplumsal hafızaya yerleştirilen ordulara sırtlarını dayadılar.

Popülist rejimlerin işçi hareketleri ile sosyalist siyasetin gelişimine uygun bir ortam sağladığı söylense de, popülizm ve işçi hareketleri arasında kökten bir eklemlenme ve özdeşleşme olmamıştır. Türkiye dahil uygulandığı ülkelerin tamamında işçi örgütleri kontrol altında tutulmuş, kapitalizm karşıtı muhalefetin önü daima tıkanmıştır.

Popülist politikaların yoğun olarak uygulandığı 1930-1960 yılları arasında sanayileşme ve büyüme konusunda başarılı sonuçlar alındığı kabul edilmektedir. Özellikle, Latin Amerika ülkelerinden Meksika, Arjantin ve Brezilya bu dönemlerde en çok büyüyen ekonomiler olarak gösterilirler. Büyüme dönemlerinde, çalışanların baskısı ile karşı karşıya kalındığında reel ücretlerin artışının sağlanmasına yönelik politikalar uygulanmıştır. Fakat bu politikaların uygulandığı dönemlerde iktisat ve maliye politikalarının sürekli kazananları başta sanayi sermayesi olmak üzere sermaye sınıfı olurken, sınıflar arası eşitsizliğin azaldığına dair tek bir veri yoktur. Halkçı politikalar, emek sınıfının çıkarlarını gözeten değil, kapitalist sermaye birikiminin sağlanması adına emekçilerin “oluru”nu aldıkları politikalar olarak tarihe geçmiştir.

Kapitalist gelişime paralel biçimde güçlenen sınıf mücadelesi karşısında, sanayi burjuvazisi ile burjuvazinin diğer bileşenleri, işçi sınıfını gerçek bir müttefik olarak görmezler, tam aksine, rejimin istikrarına tehdit oluşturabilecek bir tehlike olarak gördüler. Dolayısıyla, “ulusal çıkarlar” aracılığıyla sistem içerisine çekilirlerken, ücret artışları ile eğitim, sağlık, sosyal sigortalar gibi kamu harcamalarındaki artışlarla işçi mücadelesini kontrol altında tutmaya çalışıyorlardı.

1960’lı yıllarda ve özellikle 1970’li yıllarda tüm popülist/korporatist rejimlerde tıkanma baş gösterdi. Özellikle, Latin Amerika ülkelerinde yüksek enflasyon, bütçe açıkları, üretim ve yatırım darboğazları ile birlikte gelişen döviz krizi, dış borçların ödenmesine engel koydu. 1970’lerin sonunda ise petrol fiyatlarının düşmesine bağlı olarak bütün dünyayı saran borç krizi patlak verdi. Kapitalizm, yine/yeniden uluslar arası ve yapısal bir krizin içindeydi. Mevcut krizi aşabilmek için ulusal ekonomileri dünya pazarına açmak üzere, ulusal sermaye birikimlerinin uluslar arası sermaye birikimlerine katılması sürecini başlatacak neo-liberal politikalar işte bu süreçte şekillendi.

Popülist/Korporatist rejimlerin sınıf uzlaşmasına dayalı işleyişinin emekçi sınıflar aleyhine bozulması durumunda, uzlaşmanın bir tarafını oluşturan işçi ve emekçi kitlelerin itirazları beklenen bir durumdu. Toplumsal itirazın, ellerindekini kaybetmemek için başlayacağını ve daha öteye, emek hareketinin güçlenerek sosyalist-devrimci bir sürece taşınacağı endişesi, sistemin teminatı orduların müdahaleye davet edilmesini sağladı. Rejimler, uzlaşmadan, sermaye sınıfının diktatörlüğüne doğru biçim değiştirdi, otoriterleşti.

Brezilya (1964-1989), Arjantin (1966-1983), Bolivya (1971-1984), Uruguay (1973-1985) ve Şili (1973-1990) ‘de askeri cuntalar işçi ve köylü hareketlerini kontrol altına almak için baskı ve imha yöntemleri uygulamak üzere yönetimi devraldılar. Orduların iktidar yapılmadığı ülkelerde ise sivil-otoriter hükümetler görev başına getirildi.

Gelişmiş kapitalist ülkeleri de etkileyen ve giderek küresel bunalıma doğru yönelen krizi aşmanın yolunu, ulusal sermaye birikimlerinin uluslar arası rekabete dahil edilmesinde gören emperyalist stratejinin ilk aşaması namluların gölgesinde başladı.

Popülizm/Korporatizm, Türkiye’de ki kaynağını 1930 yılında alınan Devletçilik kararlarından alsa da, Latin Amerika ülkelerine göre geç bir tarihte, 1962 – 1976 yılları arasında olgunluk dönemine erişebilmişti. Buna rağmen, Sanayi Sermayesi başta olmak üzere büyük toprak sahipleri ve ticaret burjuvazisinin uzun dönemli çıkarları ile işçi ve köylülerin kısa dönemli çıkarları arasında tam bir uzlaşma sağlamayı başaramamıştı.

Türkiye’de büyüyen işçi sınıfının rejime dahil edilmesi gerekliliği 1950 sonrasında belirginleşmiş ve 1952 yılında TÜRK-İŞ devlet eliyle kurulmuştur. TÜRK-İŞ ile işçileri kontrol altına alan rejim, köylülerin devlete bağımlı kılınmasını sağlamak amacıyla tarım ürünlerini destekleme politikalarını yürürlüğe koymuştur. Popülist/Korporatist rejimi sağlamlaştıracak bu örgütlenmelerin yanı sıra 1946 – 1953 yılları arasında yaşanan hızlı büyüme sürecinin işçi ve emekçilerin gelir düzeyinde yükselme sağlaması ile “devlet baba” retoriği yaratılmıştı. Silahlı Kuvvetler ise tüm popülist/korporatist ülkelerdeki gibi “ülke istikrarının garantisi” olarak toplum hafızasına yerleşmişti.

Büyük toprak sahipleri ve ticaret burjuvazisi ile güçlenmekte olan sanayi sermayesi arasındaki 1945 yılından itibaren başlayan çıkar çatışmalarına, sanayi sermayesi lehinde müdahale eden 27 Mayıs 1960 Askeri Cuntası’nı popülist rejimin güvenliğini sağlamanın gereği olarak okumak doğru olacaktır. O yıllardan bu yana 27 Mayıs’ın “Halkçı” olarak anılması da tesadüf değildir.

Kapitalizmin uluslar arası krizinin etkisi Türkiye’ye 1977 sonrası ulaştı. Krizle birlikte, popülist/korporatist rejimler tarihinin sonuna geldiği gerçeği de sermaye sınıfına ulaştı. Bu sırada, sanayi burjuvazisi hakim sınıftır ve doğal olarak popülist sistemin yönlendirici sınıfıdır.

Öte yandan, 1960’lardan itibaren sınıf mücadelesi işçi ve emekçi sınıflar lehine yükselmekte, grev ve eylemler rejim siyaseti üzerindeki baskısını artırmaktadır. İşçiler, 15-16 Haziran 1970 tarihinde büyük bir direnişe imza atmış, 1967 yılında bağımsız örgütlenmesi DİSK’i kurmuş ve güçlenmekteydi.

Bu gelişmelerin, sermaye sınıfını iyice sıkıştırdığı 1979 yılının başında, TÜSİAD “Türkiye Ekonomisi” konulu bir toplantı düzenledi. Toplantıda alınan karar gereğince; Turgut Özal, IMF, OECD ve uluslar arası sermaye çevrelerinin ortak çalışması sonucunda “24 Ocak Kararları” alındı. Popülist/Korporatist rejim  tasfiye edilecek ve Türkiye neo-liberal politikalarla sermayenin uluslar arası alanına açılacaktı. Artık, popülist devletin tüm mal varlığına el koyulacak, yer altı ve yerüstü tüm zenginlikleri pazara dökülecekti.

Latin Amerika da olduğu gibi; uzlaşmaya dayalı sistem değişikliğinden vazgeçmeyecek işçi ve emekçilere karşı sanayi sermayesi yüzünü orduya döndü ve neo-libarelleşme süreci 12 Eylül 1980 Askeri Cuntası’nın kontrolündeki namluların gölgesinde başladı.

Sanayi burjuvazisinin en büyük temsilcisi Vehbi Koç, 3 Ekim 1980 tarihinde Kenan Evren’e yazdığı “övgü” mektubunu şöyle bitiriyordu: “Emrinize, amadeyim!” Sınırsız özgürlüğünün garantisi olan, 24 Ocak Kararlarının uygulanması için gereğini yapan cuntaya neden “amade” olmasın ki…

Türkiye de, askeri cunta otoriterliği Latin Amerika kadar uzun (1980 – 1983) sürmedi ama kısa süre içerisinde emekçi sınıflara kan kusturma konusunda da onlardan aşağı kalmadı! İktidarı sivil yönetimlere devrettiğinde, emekçilere karşı kullandığı sopayı da devretti ve o sopa 36 yıldır hiçbir sivil yöneticinin elinden düşmedi!

Sermaye sınıfı, “ortak çıkar” üzerinde uzlaştığı işçi sınıfı ve emekçi köylülerin elinden/emeğinden beslenerek 50 yılda (1930-1980) zenginleşti. 1980’nden sonra, elinde sopası, arkasında neo-liberal ekonominin sağladığı tüm “yasal” olanaklarla acımasızca sömürerek, işçi ve köylülerden oluşan yoksul bir nüfus yarattı!

Ve bugün; aynı sermaye sınıfı, işçilere ve emekçi köylülere “Sevgi dilini konuşalım, kardeşliğimizi yeniden kuralım!” diyor.

Venezuela dışında, tüm Latin Amerika, Kuzey Afrika ve Doğu Avrupa’da sağcı/faşist iktidarlarla “sevgi dilini” konuşan, sopayla “kardeşlik kuran”, Venezuela’yı ise her gün başka bir biçimde tehdit eden sermaye sınıfının, Türkiye emekçi sınıflarına  teklifi ancak benzer bir içerikte ve iktidarını sağlamlaştırmasından ibaret olacaktır!

Emrinize amade değiliz! Bizim kullanacağımız sevgi dili ve kuracağımız kardeşlik ancak İşçi Sınıfının Cumhuriyeti ile mümkündür!

Hakan Aydın

11.07.2019

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
İLGİLİ YAZILAR
- Advertisment -

Son Yazılar

Ustam!

Payidar….

Tarım Devrimi

Sevmeyen Var mı?..

Kıymetlim!

Viktualienmarkt!

Suça ortak olmak

İlgili Yazılar

Ustam!

Payidar….

Tarım Devrimi

Sevmeyen Var mı?..

Kıymetlim!

Viktualienmarkt!

Suça ortak olmak