Ana SayfaHakan AydınBizim Krizimiz!

Bizim Krizimiz!

Her krizin bir tetikleyicisi olur. Tetikleyici, krizin asıl nedenini örtüyorsa anlaşılmayan bir şeyler var demektir.

Türkiye, AKP yönetiminde kriz zeminin hazırlandığı uzun bir döneme şahit oldu. Başka bir deyişle AKP, daha en başında, büyümede iddialı olduğu 2003-2008 döneminde krizin tohumlarını ekmeye başlamıştı. Biz, bu döneme “ithalata bağımlılığın geliştirilmesi dönemi” diyebiliriz.

Türk Lirası’nın kaynağından bağımsız olarak yüksek değerli, döviz cinsinden paraların ise düşük değerli olduğu bu dönemde yabancı mallar giderek ucuzluyor, tüketicinin tercihi ithal mallara yönlendiriliyor, üretim ithal hammaddelere kaydırılıyor ya da üretici işletmeler ucuz ithalata bağlı olarak üretimden vazgeçerek al-sat ticaretine geçiyorlardı. Üretici kalan sanayi şirketleri, ara mal tedariklerini de ithalat yoluyla sağlamaya başladığında Türkiye ekonomisi uluslararası rekabete açılıyordu. 2002 yılında, ithalat ihracat oranı “ithalat lehine” yüzde 15 iken, 2018 yılına kadar yukarıdaki gelişmelere paralel olarak artıyor ve 2018’e gelindiğinde “ithalat lehine” yüzde 75’e ulaşıyordu. Parasal karşılığı ise; 168 milyar dolar ihracata karşılık 223 milyar dolar ithalat olarak açıklanmıştı.

Aynı dönemde, ülkeye çok yüksek finansman kaynaklarının girişi gerçekleşmeye başladı. Bunun bir nedeni KİT’lerin değerlerinin çok altında pazara sunulması olduğu gibi bir başka nedeni de sermayeye yüksek faiz ve kur farkı geliri garantisinin verilmesiydi. ABD’de en yüksek faiz oranı yüzde 2,75 seviyesinde iken Türkiye yüzde 5,5 ile para tedarik ediyordu.

Dönemin sonunda, Sanayi’nin milli gelir içerisindeki payı yüzde 20’lerden yüzde 15 seviyesine, Tarım’ın milli gelir içerisindeki payı ise yüzde 12’den yüzde 6 seviyesine düşüyordu. Bu sonuçlarla, Türkiye kapitalizmi “üretmiyorum, ithal ediyorum, daha çok kazanıyorum” diyordu. Başka bir ifadeyle, uluslararası sermayeye entegre oluyordu.

Üretim kategorisi inşaat ile özdeşleştirildi. Yol, köprü ve konut yapmak bir defalık üretimde olsa “marifet” kabul edilirken ihale yasası sürekli yeni biçimlere sokularak yeni inşaat alanları açıldı. İnşaatlar bittiğinde yan üretimler duracağından bu kanal sonuna kadar zorlandı. TOKİ, EMLAK KONUT A.Ş. ve KİPTAŞ üzerinden yaratılan yeni ortaklıklara sermaye transferleri gerçekleştirildi. Türkiye “hala satılamayan” 2 milyon 171 bin adet konut stoğuna ulaştı.

AKP döneminde, Ulaştırma Bakanlığı ve TMSF’nin el koyma yöntemi ile yaptığı satışlar hariç 62 milyar dolarlık özelleştirme yapıldı. Buna rağmen, geçen 10 yılda 170 milyar doları aşan bütçe açıkları verildi. Ekonomide “engellenemeyen” kötü gidişat yeni kaynak arayışları ile birlikte Türkiye Varlık Fonu’nu getirdi ve kalan kamu kuruluşları da teminat gösterilmek ya da satılmak üzere bu fona devredildi. Kamunun sahip olduğu limanlar, elektrik dağıtım şirketleri, araç muayene istasyonları ve içinde SEKA’nın da bulunduğu fabrikalar özelleştirme ihaleleri yoluyla sermaye gruplarının eline geçti. Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından el konulan bankalara ait şirket ve iştirakler yabancı yatırımcılara satıldı. TELSİM’i İngiliz, Digiturk’ü -ihalesiz- Katar sermayesi alırken, Fon’un elindeki radyolar ve diğer işletmeler de çeşitli sermaye gruplarına devredildi.

Başta kamu kuruluşları olmak üzere, finanstan enerjiye, sağlıktan eğitime, perakendeden gıdaya kadar birçok sektöre sermaye grupları hakim oldu. Bankacılık sektörünün yüzde 50’si, sigortacılık sektörünün yüzde 70’i yabancı şirketlerin kontrolüne geçti. İlaç pazarında yabancı şirketlerin payları yüzde 70 düzeyine ulaştı. Akaryakıt sektöründeki yabancı sermaye payı yüzde 65, doğalgazda yüzde 15 olurken, 2008’de sıfır olan elektrik piyasasındaki yabancı sermaye pa-yı, yapılan özelleştirmelerin ardından yüzde 20 seviyesine çıktı.

1986 yılında başlatılan özelleştirme çalışmalarında, AKP iktidarı dönemine kadar sadece 8 milyar dolar elde edildiği düşünüldüğünde AKP dönemini “ekonomiye şok tedavisi” ya da “servet transferi dönemi” olarak adlandırabiliriz.

Özelleştirmelerin asıl konusunu oluşturan KİT’ler, toplumsal mülkiyet statüsünde, yurttaşların on yıllarca ödediği vergilerle yapılan Cumhuriyet birikimleriydiler. Ülke sathına dağılmış, ekonomiye hayat veren, işsizliği belirli seviyelerde tutabilen kurumlar, sanayi tesisleri, limanlar, kamu binaları ve arsalarıyla birlikte ayrıca bir kültürün de temsilcisiydi, sermaye gruplarına servet transferi olarak aktarıldılar. Öte yandan, KİT satışlarından elde edilen gelirler ise bütçeye, kamu borçlanmalarına ve yine sermaye gruplarına kaynak olarak kullanıldı. Arka arkaya yapılan özelleştirmelerden çıkan tek olumlu hamle İMF’ye olan 23.5 milyar dolarlık borcun kapatılması oldu.

Tüm bu dönem boyunca, toplum olabildiğince tüketime yönlendirildi. Artan tüketim büyümenin motoru olma işlevini yükleniyordu. Geniş tüketici kitlesi, gelir seviyelerinde gözle görülür bir artış olmamasına rağmen borçlanarak tüketti. Bankalar kredi vermeyi kolaylaştırdı ve AKP iktidarı boyunca hane halkı borçlanması 10 kat artarak milli gelirin yüzde 20’sini aştı.

Emekçi halkın uzun vadeli borçlandırılması uzun vadeli iş garantisini de beraberinde getirebilseydi belki sürdürülebilir olurdu fakat bu durum kapitalizmin özüne aykırıdır. İşsizlik rakamları hep iki haneli rakamlarda kaldı, gerçek işsizlik oranı ise yüzde 15 ile yüzde 20 arasında gezindi, kısa vadede düşmesi için de bir sebep görünmüyor.

Üretim ekonomisi yerine yapılan yollar, açılan köprüler, şehirlere dikilen devasa plazalar ülkedeki 15 milyona yakın asgari ücretlinin açlık sınırının altında yaşamasına çözüm olmadı. Asgari ücret, 2019 yılında ancak brüt 2.558,40 TL’na kadar çıkarılabildi.

Türkiye sadece son 5 yıl içerisinde 400 milyar dolar borçlandı ve dış borç yükünün zorunlu sonucu olan “faiz dışı fazlalar”’ın yaratılma çabası sosyal yardımların, sosyal güvenlik, sağlık ve eğitim harcamalarının kısıtlanmasını getirdi. Bugün, özel hastanelerin ve özel okulların artırılması ile Bireysel Emeklilik Sigortası’nın (BES) zorunlu olarak ekonomik alana sürülmesi ve Kıdem Tazminatı’nın bir fona bağlanarak kamuda toplanmasını sağlayacak Yeni Ekonomi Politikası (YEP), devletin kısıtlamaya başladığı kamu harcamalarının emekçi halkın cebinden karşılanması sürecini biçimlendirecektir.

Ücretlerin milli gelir içerisindeki payının artırılamadığı halde kamu harcamalarının kısılması yoksulluk artışını getirecek, ağırlaştırılan dolaylı vergiler ile yoksulluk büyütülecektir. Dövizin yükselmesi ile ithal malların zorunlu tedarikçisi olan küçük üretici ile yine ithalata dayalı girdilerden beslenen ve tarıma verilen destekler ile tarımda kullanılan motorinin KDV ve ÖTV toplamını bile karşılayamayan tarım üreticisinin yoksullaşması, sürecin sıradan sonuçlarıdır. Kaldı ki; Türkiye tarımı ve küçük imalat sanayi bugün net ithalatçıdır.

Bugün “bizim krizimiz” olarak işaret edilen kriz, aslında, sermaye gruplarının –yeter miktarda- para kazanamamasıdır, kamunun ve toplumun sermaye şirketlerine servet transferinin durma noktasına gelmesidir. Döviz kuru ve/veya faiz yükselişleri burada tetikçilik görevini üstlenmektedir. Emekçi halkın yoksullaşması ise krizin nedenlerinden sadece biridir, fakat en önemli sonucudur!

Türkiye’deki düzen muhalefetinin -CHP dahil- bu konuda üretebileceği alternatif bir siyaset yoktur. Hatta daha ötesi, 2000’den itibaren IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla başlatılan yapısal dönüşüm sürecinde CHP iktidar olsaydı aşağı-yukarı aynı şeyleri yapacaktı. Projenin mimarı Kemal Derviş’in CHP ile o yıllarda gelişen ilişkileri unutulmamalıdır. Türkiye’yi dönüştürmek üzere neo-liberal düzlemde bir plan vardı, bu plan 24 Ocak 1980 kararlarına kadar dayanıyordu. Düzen muhalefeti mevcut sistemin alternatifsizliğine ikna olmuş durumdadır.

Türkiye’de emekçi sınıf ve yoksullar adına tablo daha da ağırlaşacaktır. Buradan işçi sınıfı ve yoksullara, sermayeyi rahatsız etmeyecek seviyelerde nefes verilmesi ve bu nefesin de tüketim/dolaylı vergiler (zam) yoluyla yeniden sermayeye aktarılmasından öte hiçbir şey çıkmayacaktır.

Krizi çözmek adına; emekçi yığınlar ve yoksullar başta olmak üzere küçük üreticilerden büyük sermayeye kaynak aktarılmaya devam edilecek, emekçiler/yoksullar/küçük üreticiler tarafından gelecekte ödenmek üzere daha uzun vadeli borçlanma kanalları yaratılarak sermaye gruplarına kaynak/servet transferi dönemi genişletilecektir. Sermaye doğası gereği büyümek zorundadır, emekçi yığınları yoksullaştırarak büyüyecektir. Bizim kriz merkezimiz buradadır!

Neo-liberal politikaların işçi sınıfı ve yoksullar lehine çözüm üretmeyeceğinin anlaşılması ve sosyalist bir iktidarın işçi sınıfı tarafından zorlanması gerekiyor. Aksi takdirde, büyümekte olan bu yoksullaşmadan faşizm çıkacaktır.

Hakan Aydın

15.08.2019

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
İLGİLİ YAZILAR
- Advertisment -

Son Yazılar

Sevmeyen Var mı?..

Kıymetlim!

Viktualienmarkt!

Suça ortak olmak

Yeniden Merhaba

Memleketim!..

Hop Dedik!

İlgili Yazılar

Sevmeyen Var mı?..

Kıymetlim!

Viktualienmarkt!

Suça ortak olmak

Yeniden Merhaba

Memleketim!..

Hop Dedik!