1960’ların sonumu neydi?
6.filonun geldiği ve Galata çevresindeki bütün evlerin beyaza boyatıldığı yıllardı. Süt tozu ile besleniyordu okullarda çocuklar. Gazeteler; öğrenci ayaklanmalarını yazardı ve ben, küçük bir çocuktum. Fakirdik, ilkokuldan sonra okumak yerine, çalışma hayatına en kısa yoldan nasıl atılacağımızın sorgulandığı yıllardı.
Sıcak yaz akşamlarında, insanların tek eğlencesi Çay bahçeleri veya yazlık sinemalardı. O yılların çocukları olarak gündüzleri sanayide çalışır, geceleri ise bedava film seyretme karşılığında; bu yazlık sinemalarda gazoz satardık.
Şehre bir film gelir, filmin afişleri tahta panolara yapıştırılır ve bir eşeğin iki yanından bağlanırdı. Sokak, sokak dolaştırılırdı. Çığırtkan, “herkes erken gelmeli yerlerini temin etmeli” diye bağırırken, bizler de eşeğin peşi sıra dolaşırdık.
Şehre bir film gelir; filmin adı Samanyolu! Oynatıldığı yer, “Sunar” sineması. Yazlık Sinemaydı Değişim gazetesinin olduğu yerdeydi..3 hafta oynamıştı. O gecelerden birindeydi ve ben aşkı tanıyordum, çaresizliği tanıyordum, mahvolan hayatları izliyordum ve çocuktum.
Sinema o gece yine çok kalabalıktı, Silivri bu filmi seyretmek için yarışıyordu. Gazoz satışlarımızda iyi idi çoksatarsak bize de bir tane içme hakkı tanıyordu patron. Işıklar sönmüş herkesin dikkati filmi izliyordu. Aynı sırada oturan genç kızla genç bir erkek filmi seyretmiyorlar birbirlerine bakıyorlardı. Filmin son karesine kadar birbirlerine baktılar. Işıklar yandığında tanıdım onları. Sanayiden Osman usta ve Asuman ablanın kızı Yıldız idi. Osman usta evliydi iki çocuğu vardı. Yakışıklı, siyah saçlı, yeşil gözlü, yanık tenli bir adamdı, Yıldız 20’sinde ya var, ya yoktu. Evde kısmet bekleyen kızlardandı. O yıllarda, 20’sini aştı mı bir kız, evde kalmaya aday sayılırdı. Teyzem vardı benim, 26’sında kocaya kaçtı da mahalle baskısından kurtuldu. O geceden sonra ben her sinema çıkışında eve giderken Yıldız’ın camlarının altında Osman ustayı görür oldum. O yıllarda sokak lambaları 100 metre ara ile konmuştu. Sarı hastalıklı cılız bir ışık yanar iki lambanın arası zifir karanlıktı. O karanlık bölgeleri geçerken ya koşar ya da şarkı söylerdik. Çocukluk işte!
Osman ustanın dükkânı, dayımın dükkânın yanında idi. İş olmayınca gider, onun dükkânın önünde oturur Yıldız’ın geçmesini beklerdim. Bana gülümsemesini beklerdim. Ne de olsa; sırdaşları sayılırdım. Osman ustanın tamirhanesini çok severdim Duvarlarında hep Amerikan arabalarının posterleri asılıydı. Bu ilişki yavaş, yavaş duyuldu mahallemizde. Önce Osman ağabeyin hanımı çocuklarını aldı gitti evden. Osman usta pek üstünde durmadı. Yıldız ile de Artık geceleri görüşmüyorlardı. Osman usta bana mektup verirdi ben götürüp Yıldız’a teslim ederdim. İçim bir garip olurdu. Kendimi o aşkın içinde üçüncü kişi görür ve birazda sorumluluk duyardım.
Bir sabah Osman ustayı dükkânın önünde taş kesilmiş gördüm, yanına gittiğimde; Yıldızların sokağa bakıyordu. Yağmur başlamıştı; gözyaşları yağmura karışıyordu ustamın. Eli ile Yıldız’ın evinin camlarını işaret etti. Camlar bomboştu ve birinde beyaz bir kâğıtta “KİRALIK” yazıyordu. Daha akşam buradaydılar. Yıldız’ın ailesi, bu yasak aşkın baskısına daha fazla dayanamamış ve Silivri’yi terk etmişlerdi. Babası Ahmet amca zaten devlet memuru idi tayin istemiş olacak. Bir gecede gitmişlerdi; kimselere haber vermeden.
Aylar geçmiş, yıl olmuştu Yıldızların mahalleden gidişleri. Ustam Her gün içiyor, içiyor yıkılıyordu. Yıldız’ı bu kadar sevdiğini daha iyi anlıyordum ama bir yandan da Osman ustama yanıyordum. Postacının saatini ezberlemiştik. Bir mektup bekliyorduk, bir mektup. Belki de, bizi tekrar hayata bağlayacaktı. Bu yüzden dayımın yanından ayrılmış, Osman Ustanın dükkânında çalışıyordum. Çalışmak değildi işte! Postacı bir mektup tutuştursa elime koşacaktım sanayi meyhanesine; yıkacaktım masayı. Alacaktım ustamı oradan.
O yakışıklı adam gitmiş, yaşlı bir adam olmuştu. Alkol onu mahvetmişti.
Yıldız’ın gidişinin üzerinden iki yaz geçmişti. Osman usta, dükkânı devretmiş; artık sahilde taşlar arasında geçiyordu ömrü. Ben, iki yıl aradan sonra ortaokula kaydettirdim kendimi. Gazeteler, TİP ve DİSK kapatıldı diyordu. Nihat Erim CHP’den ayrılıp bağımsız hükümetin başbakanı idi ve Orhan Gencebay; “Bir Teselli Ver” diyordu 45’liklerinde. Deniz Gezmiş ve arkadaşları tutuklanmıştı.
Okullar açılmıştı, ben ortaokul talebesiydim. Yeni bir sinema açılmıştı şehrimize. Arkadaşlarla afişlerine bakıyoruz, arkamızdan bir cenaze geçiyordu. Cenazeye saygı duruşu gösterdik. Bize öyle öğretmişti büyüklerimiz. Kalabalık bir cenaze değildi? Çocukluk aklımızla konuşuyorduk. “Fakir biri herhalde” dedi arkadaşım. Dayımı gördüm cemaatin içinde, bana bakıyor ve sanki bir şey anlatmaya çalışıyordu. Dudaklarından “Osman” dediğini okudum. Mezarlığın kapısına kadar gittim içeri girme cesaretini gösteremedim. Bir daha yıllarca cenazelere katlamayacaktım.
1972 yılı baharı idi, Tekel 3. bira fabrikasını tokatta açıyordu. Açılışı; Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay yapıyordu. 65 milyona mal olmuştu. Sovyetlerin yardımı ile 1969 yılında temeli atılan Bandırma’daki sülfürik asit fabrikası nihayet açılıyordu. Çayda yaprak alım fiyatı geçen yıl olduğu gibi bu yılda 4 lira olarak açıklandı. Senato, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamlarını 2 çekimser ve 48 red oyuna karşılık 273 oyla onayladı.
“Oğlum bırak masalarda konuşmayı dağıt çaylarını soğuyacaklar.” Diye sesleniyordu babam. Tanker recep sinema işletiyordu. Ön masada oturan gençlere laf atıyordu. ”Akşama sinemaya gelin parça koyacağım” Gülüşmeler…
Şehre bir film gelir ve bir güzel orman olur yazılarda iklim değişir, Akdeniz olur…
Hadi Gülümse…
Benden aşk yazıları isteyen Bir taneme ithaf olunur…
Karıncaya sormuşlar; ”Nereye gidiyorsun?”, ”
Dostuma”, demiş.
”Bu bacaklarla zor” demişler.
Karınca; ”Olsun, varamasam da yolunda ölürüm” demiş..
Yolunda ölünecek dostlara… Kalın Sağlıcakla
Sevda ne yana düşer usta
Hicran ne yana
Yalnızlık hep bana
Bana mı düşer usta?