İnsan toplumunu oluşturan erkek ve dişi karakterlerin sahip olduğu farklı fiziksel ve psikolojik özellikler, toplumsal rollerin ve sorumlulukların belirlenmesinde ayrıştırıcı unsur olarak karşımıza çıkar. Zira kadın ev ve çocuklarla güçlü bağlar kurar. Bu durum sosyal ve ekonomik hayatta dengenin erkek lehine bozulmasına neden olur. Böylece cinsiyetler arasındaki farklar cinsiyetler arası eşitsizliğin doğmasıyla sonuçlanır.
Feminist literatürün güçlü kalemlerinden Carol Pateman, cinsiyet ve vatandaşlık ilişkisini ele aldığı “The Fraternal Social Contract” (Kardeşlerin Sosyal Sözleşmesi) isimli makalesinde, devlet ve vatandaş arasında oluşan sosyal sözleşmenin esasen erkek kardeşler arasında kurulduğunu ileri sürüyor. Erkek kardeşler, bireysel hakları (bireysel özgürlük, ev, kadın ve çocuklar) dışındaki hak ve yetkilerini devlet erkine devrettiler. Devlet erki de genel irade olarak kişisel haklar dışında, bireylerin üzerinde çatı olarak benimsendi. Pateman’a göre; kamusal dünya, erkeğin bireysel haklarını içermeyecek şekilde ve kadına karşıtlık üzerinden inşa edildi. Farklı bir deyişle, kamusal hayat, kadın ve temsil ettiği şeylerin dışlanmasıyla şekillendi. Son sözü söyleme yetkisine sahip olan erkek, doğaldır ki kamusal hayatın düzenlenmesi ve gerekli tercihin yapılmasında da tek yetkilidir.
- ve 19. yüzyılda ortaya çıkan feminist hareket, kadının hak mücadelesini başlattı. Başta kadının özel ve kamusal alanlardaki konumunu sorguladı ve dönüştürmeyi amaçladı. Oy kullanma hakkı, meslek seçme özgürlüğü, yönetime katılım, eğitim hakkı ve iş yaşamında yer alma gibi alanlarda verilen mücadeleler, toplumsal cinsiyet perspektifiyle yeniden tanımlandı. Siyasal alanda oy hakkını elde eden kadınlar, seçim sonuçlarında erkekler kadar etkili bir konuma geldi. Bu durum, siyasal partilerin seçim beyannamelerinde kadınlara yönelik özel politikalar ve söylemler geliştirmesini kaçınılmaz hale getirdi.
Baskın bir ataerkil yapıya sahip olan Türk toplumunda da kadının kamusal kazanımları sancılı bir süreci takip etti. Türkiye’de kadına seçme ve seçilme hakkının kazanılması, Cumhuriyet döneminin önemli reformlarından biridir diyebiliriz. Bu hak, bu günkü durumuna kademeli bir şekilde geldi. Tanzimat döneminde başlayan kadın hareketi Cumhuriyet reformları ile adım adım gerçekleşti. 1926’da Türk Medeni Kanunu’nun kabul edilmesiyle kadınlar, hukuki ve toplumsal anlamda erkeklerle eşit haklara sahip oldu. Bu reform, kadınların siyasal haklarını elde etmesinin temel taşlarından biri olarak değerlendirildi. 1930’da Belediye Seçimlerinde Seçme ve Seçilme Hakkı kazanan kadınlar yerel yönetimlerde temsil hakkına kavuştu. 1933’te Muhtarlık Seçimlerine Katılım hakkıyla kırsal kesimde de kadının siyasi yaşama dahil olması hedeflendi. Nihai olarak 5 Aralık 1934 tarihinde Anayasa’da yapılan değişiklikle kadınlara milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanındı. Bu, Türkiye’nin birçok Batı ülkesinden önce kadınlara seçme ve seçilme hakkı vermesi açısından tarihi bir öneme sahiptir.
Türk kadını toplumsal kazanımlarının çoğunu olduğu gibi seçme ve seçilme hakkını da Cumhuriyet devrimlerine ve Atatürk’ün çağdaş Türk toplumu idealine borçludur. Ancak demokratik hayata geçtiğimizden bu yana yapılan seçimler incelendiğinde kadınların bu hakkı kullanımının ideal düzeyde olmadığını rahatlıkla görebiliriz. Son seçimlere göre Türkiye’de 600 milletvekilinden sadece 121’i kadın. 81 ilin 11’i ve 922 ilçenin 61’i kadın belediye başkanı tarafından yönetiliyor. 50,370 muhtarlığın ise sadece 2.150’si kadın. Bu durumda açıkça görülüyor ki Türk kadını seçme hakkını sorunsuz kullanırken, seçilme hakkını kullanmakta gerekli çabayı göstermiyor.
Yasal haklar, toplumsal hayatın düzenlenmesi ve bireylerin eşitlik temelinde bir arada yaşaması için büyük önem taşır. Ancak, bu hakların gerçek anlamda bir değere dönüşmesi, onların etkin bir şekilde kullanılmasıyla mümkün. Hak sahibi olmak, sadece bir başlangıçtır; bu hakların uygulanması ve toplumsal yaşamda karşılık bulması esas başarıdır.