15-16 Haziran 1970, 1908 ve 1923 dönemlerindeki grev hareketlerinin ardından yeniden serpilmeye başlayan işçi sınıfının mücadeleci karakterinin bir göstergesi olarak tarihe geçmiştir. Öte yandan; 15-16 Haziran işçi hareketi, işçi sınıfının nereye kadar gidebileceğini, sendikacıların işçi sınıfını taşıyabileceği sınırları bir kez daha anlamamızı sağlayacak en büyük işçi kalkışmasıdır.
15-16 Haziran, sanayii işçilerinin eseridir ve bu iki gün boyunca işçiler; İstanbul ve Kocaeli’de fabrikalardan çıkarak şehir merkezlerine doğru yürümüş, yürüyüş güzergâhında bulunan fabrikalardaki işçileri dışarıya çekerek büyümüş, karşılarına çıkan asker ve polis barikatlarını yıkarak yürüyüşlerine devam etmişlerdi.
150 bin işçinin, alanlardan iktidarı tehdit ettiği 16 Haziran günü panik haldeki burjuvazi, sıkıyönetim ilan ederek kalkışmayı durdurmak, bastırmak için elinden geleni yapmıştır. Burjuvazinin sözcülüğü Demirel’dedir: “Türk devleti, kanunları hakim kılacak güçtedir. Kanunsuzluğun her çeşidinin bu zamana kadar hakkından geldik, bundan sonra da geleceğiz. Türk kanunlarının tanıdığı haklar istismar edilemez. Bu gibi hareketlerin içine girenlerin tahriklere alet olduğu bir gerçektir. Kanunsuzluğa alet olmanın sonu yoktur (1).“
15-16 Haziran’a nasıl gelindi?
1950’li yılların başında yeniden başlayan işçi sınıfı hareketliliği sonucu gerçekleşen grev ve direnişlere, patronların toplu işten çıkarma ya da lokavt ilan ederek karşılık vermesi sebebiyle sendikaların bir konfederasyon içinde birleşmesi yönünde çalışmalara başlandı. “İstanbul İşçi Sendikaları Birliği ile Anadolu’daki diğer işçi kuruluşları, bu görüş çevresinde birleşmişlerdi. Öte yandan bu görüşün genişleme sürecinde çevre etkisi de ortaya çıkıyordu. Özellikle; uluslararası kuruluşlardan ve Amerikan -Marshall- yardımından yararlanmak düşüncesi gelişti ve Amerika’ya yaranmak çabasındaki Demokrat Parti iktidarının da desteklediği bu görüşte birçok sendika ortaklaştı(2). Türk-İş, Temmuz 1952’de bu altyapı üzerine kuruldu.
Türk-İş, kuruluşunu izleyen günlerde, eğitim alması için kendi kadrolarını Amerika’ya gönderdi. “1960-1970 yıllarını kapsayan 10 yıl içerisinde Amerikan örgütü AID yoluyla Türk- İş’e ödenen paralar 135 milyon TL’yi buluyordu” (1). OECD ve ICFTU örgütü de Türk-İş’e azımsanmayacak yardımlarda bulunmuştu. Sonuç olarak Türk-İş, Türkiye’de Amerikan tipi sendikacılığı oluşturuyor, kuruluşundan itibaren yalnızca ekonomik mücadeleyi hedefleyen ve işçi sınıfı mücadelesine patronların adına biçim veren bir adres oluyordu. “Partiler üstü politika” söylemiyle, burjuvazinin temsilcisi olan siyasi iktidarların dümen suyundan gitmeyi meşrulaştıracak, karşısına başka bir konfederasyon çıkmaması için yapılacaklar ise buraya gizlenecekti.
1 Şubat 1966’da başlayan Paşabahçe Şişe Cam Fabrikaları grevi konfederasyon üyesi sendikalar arasında görüş ayrılığı yarattı. Türk-İş yöneticilerinin bu greve karşı takındığı işçi düşmanı tavra karşı çıkan Lastik-İş, Maden-İş, Basın-İş sendikaları konfederasyondan geçici olarak ihraç edildi. İhraç edilen bu sendikalar Temmuz ayında “Sendikalar Dayanışma Konseyi” (SADA)’ni kurdu (3) ve ardından bu üç sendika yaptıkları genel kurullarında Türk-İş’ten ayrılarak, 1967 yılının Şubat ayında DİSK’i kurdular.
DİSK ekonomik mücadele ile siyasal mücadeleyi bir arada sürdürme iddiasındaydı ve girdiği tüm toplu sözleşmelerden işçilerin daha kapsamlı kazanımlarla çıkmasını sağlamaktaydı. DİSK’in diğer özelliği ise Türkiye İşçi Partisi (TİP)’ni kuran sendikacılar tarafından yönetilmesiydi. Özel sektördeki işçileri, özellikle sanayi işçisinin örgütlü olduğu sendikaları bünyesinde toplamıştı.
DİSK ile birlikte daha derli toplu bir biçimde devam eden işçi eylemleri, direnişler, grevler ülke gündemine yerleşmeye başlamıştı. 1970 yılında işçi sınıfı hareketliği yoğunlaşmış, Haziran ayına kadar değişik zamanlarda ve sürelerde yaklaşık 30 bin işçi greve çıkmış ve çeşitli bölgelerde direnişler yaşanmış, fabrikalar işgal edilmişti (4).
Burjuvazi ve Adalet Partisi iktidarı, DİSK’in varlığından fazlası ile rahatsızdı. DİSK’in kapatılmasını, rahatlıkla kontrol ettikleri Türk-İş’in sendikal alanda yalnız bırakılmasını istiyorlardı. Bu amaçla; 274 ve 275 sayılı yasalarda değişiklik yapmak üzere hazırlanan önergeyi TBMM’ne sundular. Bu yasaların meclisten geçmesi halinde Türk-İş dışında hiç bir konfederasyon varlığına devam edemeyecekti.
Yasa değişikliğinin gerçek anlamı ise şuydu: İşçi mücadelesini açıkça ve toptan baskı altına alamayacağını anlayan burjuvazi, bunun yerine “demokrasi” oyunu oynamaya karar vermişti. Sendikaları kapatıp toplu sözleşme ve grev haklarının kanun dışı olduğunu ilan etmek mümkün değildi ancak sendikaların tümünü “sarı” sendika haline getirerek, kontrol altında tutulan bir “işçi mücadelesi” yaratmak daha uygun olasılıktı.
15-16 Haziran’da ne oldu?
DİSK yöneticileri, ilgili yasa değişikliğine karşı hemen harekete geçerler, yasanın çıkmaması için siyasi iktidar ve kurumlarıyla görüşürler ama bu yolla hiçbir şeyi düzeltemeyeceklerini anlamakta gecikmezler. İşyeri sendika temsilcileriyle bir toplantı yapılmasına karar verilir. 14 Haziran günü, Merter’deki Lastik-İş sendikasının binasında yapılan toplantıda, bin dolayındaki sendika temsilcisi adına otuz temsilci önerilerini DİSK yönetimine iletirler. DİSK YK ise bu öneriler doğrultusunda, nasıl bir eylemin yapılacağına dair kararın daha sonra açıklanacağını belirtir. Muhtemel karar ise, 17 Haziran Çarşamba günü bir mitingin yapılmasıdır.
Bir karar verme sürecinde bulunan DİSK yönetimi, 15 Haziran Pazartesi sabahı sürpriz bir haberle sarsılır: “İşçiler fabrikalarda üretimi durdurmuş, yürüyüşe geçmişlerdi”. Eyüp, Bakırköy, Kartal, Levent, Sağmalcılar semtlerinde işçiler yürüyor, Kartal-Ankara yolu işçiler tarafından trafiğe kapatılıyordu. DİSK’in verilerine göre 75 bin sanayi işçisi İstanbul ve Kocaeli’de yürüyordu. İşçiler 16 Haziran günü tekrar iş bırakıp sokaklara çıkma kararı aldıklarında DİSK binalarında yaşanan sadece telaştı. DİSK yönetimi hiçbir şekilde eylemlere müdahil olamıyor, basına, devlete, polise olayla ilgilerinin olmadığını anlatmaya çalışıyordu. Yürüyüşü başlatan ve ona hız kazandıran işçiler çoğunlukla DİSK’in örgütlü olduğu işyerlerinden geliyorlardı ancak Türk-İş üyesi işçilerden de çok büyük destek almışlardı. Eyleme katılan işyerlerinin neredeyse üçte ikisinde Türk-İş’in örgütlü olduğu, ölen üç işçiden ikisinin, yaralı 30 işçiden 22’sinin TÜRK-İş’e bağlı bulunduğu ortaya çıkıyordu.
16 Haziran günü radyodan DİSK Başkanı Kemal Türkler işçilere şöyle sesleniyordu: “İşçi kardeşlerim! İşçi sınıfının bilinçli temsilcileri! Sizlere sesleniyorum. … Bizler anayasaya sımsıkı bağlı işçiler olduğumuzdan hiçbir hareketimiz Anayasa’ya aykırı olamaz. … hatta daha kötüsü, gözbebeğimiz şerefli Türk ordusunun bir mensubuna kötü maksatla taş atabilir, tahrikler yapabilirler. DİSK Genel Başkanı olarak sizi uyarıyorum.” Hem bu açıklama hem de daha sonra tutuklanan DİSK yöneticilerinin “olaylarla hiçbir ilgilerinin olmadığını” ısrarla vurgulamaları, DİSK’in sınıf tavrının anlaşılması yönünde iyi bir göstergedir.
16 Haziran’da 4. Levent ve Kadıköy’de işçilere müdahale edildi, çatışmalar çıktı. Kadıköy Yoğurtçu parkında üç işçi (Yaşar YILDIRIM, Mustafa BAYRAM, Mehmet GIDAK), bir polis ve bir de dükkan sahibi polis kurşunlarıyla hayatlarını kaybettiler. Doğancılar Parkı önünde işçiler asker ve polis barikatlarını yararak ilerlediler. Kocaeli’de ise işçiler fabrikaları boşaltarak yürüyorlardı.
15-16 Haziran eylemine “1970’lerde çalışma imkânı bulan işçi sayısının yüzde beşi, sendikalı işçi sayısının ise yüzde onunu oluşturan 150 bin işçi” katılmıştı(5). Eylemlere destek olmak adına Ankara’da işçi ve öğrencilerin birlikte yapmak istedikleri yürüyüş, polis tarafından dağıtılmış, birçok işçi ve öğrenci tutuklanmıştı.
16 Haziran 1970 günü akşam saatlerinde, İstanbul ve Kocaeli’de sıkıyönetim ilan edildi. Sıkıyönetime rağmen bazı fabrikalarda işçiler bir hafta işbaşı yapmadılar. Pek çok işçi gözaltına alındı, yargılandı.
Bu büyük direniş, “Anayasa Mahkemesi’nin 19 Ekim 1972 tarihli Resmi gazetede yayınlanan 274 ve 275 sayılı yasalarda yapılan değişikliğin iptal edildiği kararını” getirmiştir.
15-16 Haziran’dan neyi anlamalıyız?
Öncelikle; 15-16 Haziran kalkışmasının, TİP ve Dev-Genç gibi dönemin iki önemli siyasi hareketinin kontrolünde olmadığı gibi DİSK’in kontrolünde de olmadığını anlamak gerekiyor. 15-16 Haziran saf işçi hareketidir!
15-16 Haziran Direnişi sürecinde Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) işçi sınıfını yönlendirmesi söz konusu olamazdı. Çünkü; TİP’te DİSK’i kuran sendikacıların belirlediği politikalar etkin oluyordu. Kapitalizm şartlarında iktidar isteyen bir sınıf partisinin sendikaları etkilemesi ve yönlendirmesi gerekirken TİP-DİSK ilişkisi böyle kurulmamıştı. DİSK yöneticileri parti yöneticisi gibi davranmıyor ayrıca 1969 seçimlerinde oy oranlarının düşmesi sebebiyle meclise girememe kaygısıyla TİP’ten uzaklaşıyordu.
TİP’te istediklerinin gerçekleştirilemeyeceğini anlayan ve böyle bir işçi kalkışmasıyla kendi rüştlerini ispatlayabileceklerini sanan DİSK yöneticileri, işçi sınıfının nihai kurtuluşu için değil daha fazla sosyal, ekonomik ve siyasal haklar elde etmesi için mücadele verdiklerini kontrol edemedikleri bir kalkışmayı sahiplenmek bir tarafa, savcılığa verdikleri ifadelerinde eleştirerek siyasi tavırlarını ifade ediyorlardı. TİP ise kendini işçi sınıfı adına yenileyebilmek için ikinci kuruluş dönemini bekleyecekti.
Aynı dönemde; Türkiye solunda yükselmeye başlayan Dev-Genç ’de işçiler arasında belirleyiciliğe sahip olamamıştır. Dev-Genç, Merter’de düzenlenen işçi toplantısına bile alınmamıştır. 15-16 Haziran günlerinde işçiler ile birlikte yürüyen ve çatışmalara katılan Dev-Genç’liler olmakla birlikte, bu katılımın örgütlü olmadığı bilinmektedir. Dev-Genç’in 15-16 Haziran’da işçi sınıfı ile kuramadığı bağ MDD çizgisini biçimlendirmiştir. Sosyalizmin işçi sınıfı öncülüğünde kurulacağı gerçeği terk edilmiş; ezilenler, yoksullar, köylüler, etnik yapılar vb. yanında sıradan bir katman gibi eklemlenmiş bir işçi sınıfı ile yer yer milli kurtuluşçu, kemalist, bağımsızlıkçı ya da cuntacılığa kadar savrulan uzun yolların biçimlendirildiği bir devrimci demokrat çizgiye yerleşmişlerdir.
15-16 Haziran kalkışması, işçi sınıfının kendiliğinden, dışarıdan sistemli ve ilerletici bir müdahale almadan yarattığı direnişin nereye kadar ilerleyebileceğini göstermiştir. Kemal Okuyan’ın ifadesi ile “15-16 Haziran’ın değeri, onun durgun sularda patlayan ani bir dalga olmasında değildir. Tam tersine, onu değerli kılan, devrimci hareketi besleyen toplumsal dinamiklerin çarpıcı zenginliği içerisinde işçi sınıfına merkezi bir yer açmasıdır. Kaldı ki, Türkiye işçi sınıfı 70’e gelinceye kadar, sicilini önemli çıkışlarla doldurmuş ve kendisine belli bir alan yaratmış durumdadır. 15-16 Haziran, sanayi proletaryasının belki biraz gecikerek ülkedeki devrimci dinamiklerin hiyerarşisini yeniden düzenlemesidir (6).”
1970’deki en büyük eksiklik; Türkiye solunda işçi sınıfına müdahalede bulunacak bir damarın olmaması, buna bağlı olarak bir işçi sınıfı partisinin olmamasıydı. O tarihe kadar Türkiye solu, Türkiye’de kapitalizmin yerleşik üretim tarzı olduğu ve devrimin asıl dinamiğinin işçi sınıfı olduğu konusunda bir netlik ortaya koyamamıştı. 15-16 Haziran kalkışması, bu tartışmaları büyük ölçüde ortadan kaldırarak, yerleşik üretim tarzının kapitalizm olduğunu ve işçi sınıfının devrimi gerçekleştirecek özne olduğunu gösterdi.
Şimdilerde, işçi sınıfının bir partisi de var!
Hakan Aydın
Kaynaklar:
1) Sülker, K., Türkiye’yi Sarsan 2 Uzun Gün, Verso yayınları, 1987.
2) Arınır, T.Öztürk, S., İşçi Sınıfı Sendikalar ve 15-16 Haziran, Sorun Yayınları, Şubat 1976.
3) Dinler, A.H., TİP Tarihinden Kesitler, Gelenek Yayınevi, Şubat 1990.
4) Şen, S., İşçi Sınıfı Eylemleri ve Devrimimiz, 1.Cilt, Diyalektik Yayınları, Eylül 1993.
5) Öztürk, S., Gelenekten Geleceğe 15-16 Haziran, Sorun Yayınları, Temmuz 1996.
6) Güler, A., Okuyan, K., Salmaner, M., Demokrasiye Aykırı Yazılar, Gelenek Yayınevi, 1996.