Ana SayfaMutlu GözüküçükZamanın Kırılgan Işığına Dair 2.ve 3. Bölüm

Zamanın Kırılgan Işığına Dair 2.ve 3. Bölüm

Yaşamın sonbaharı, insanın hem kendi gölgesine daha çok benzediği hem de kendi iç sesini daha berrak duyduğu bir mevsimdir. Ağaçların dallarında asılı duran sararmış yaprakların hışırtısı, yalnızca bir mevsimin değil, bir ömrün yavaşça solan rengini fısıldar. İnsan, bu dönemde geriye baktığında yalnızca yılların ağırlığını değil; kaybettiklerinin sızısını, susturamadığı pişmanlıkları ve yer yer keskinleşen yalnızlığı duyar. Böyle bir iç dünyada beliren bir aşk hem bir lütuf hem de saklı bir sızı gibidir: Geç kalmış bir baharın ürpertici güzelliği.

Gençlikte aşk, bir ateşin körüklenişi gibidir; gökyüzü her zaman daha mavi, umutlar daha belirgindir. Kalp, hayal kurmanın sınırsız özgürlüğüyle çarpar. Oysa zaman ilerlediğinde aşkın çehresi değişir. Artık aşk, bir yanıp tutuş değil; sessiz bir derinlik, bir yüzleşme, bir kabulleniştir. Yılların çizdiği ince hatlar arasında, insan sevdiği kişide sadece bir ruh değil, kendi geçmişinin kırılmalarını da görür. Bu nedenle ikinci bahar aşkı, gençliğin gürültülü ışıltısından çok, sonbahar güneşinin altın sessizliğine benzer: Aydınlıktır fakat kırılgan, sıcak fakat hüzünlüdür.

Bu yaşlarda aşkı sınayan en büyük gölge, çoğu kez maddiyatın ağırlığıdır. Gençken yoksunluk bile bir şiirin kıvrımıdır; aşkı kutsayan bir eksiklik, bir arayıştır. Fakat sonbahar yıllarında maddiyat, aşkı taşıyan zeminin dokusunu belirler. İnsan, artık yalnızca kalbinin sesine kulak veremez; bedenin kırılganlığı, sorumlulukların ağırlığı ve yaşanmışlığın tortusu, aşkın ritmini değiştirir. Aşk hâlâ mümkündür; ama artık bir coşkunun değil, bir muhakemenin içinden geçerek var olur.

Yalnızlık da bu dönemin değişmeyen misafiridir. Gençlikte yalnızlık geçici bir gölge, kısa süreli bir içe dönüş olabilir; fakat yaşamın son yıllarında yalnızlık, kayıpların toplamındanoluşan geniş bir ovaya benzer. Dostlukların, büyük aşkların, ailelerin geride bıraktığı boşluk. İnsan bu boşlukların kıyısından yürür. İşte bu yürüyüş sırasında karşısına çıkan bir aşk, hem umut hem acı taşır; çünkü yeni olan her şey, kaybedilmiş olanı hatırlatır. Gülümsemenin  içinde bir hüzün, sevmenin içinde bir tedirginlik gizlidir.

Bununla birlikte ikinci baharın aşkı, bilgelik ile melankoli arasında ince bir çizgide salınır.

Artık sevgi, kör bir arayış değil; derin bir sezgi, yavaş bir yakınlaşma, zamana karşı küçük ama ısrarlı bir dirençtir. İnsan bu dönemde sevdiğinde yalnızca sevdalısına değil, kendi geçmişine, kendi eksik kalmış yanlarına da dokunur. Ve buna rağmen belki de tam bu yüzden sevgiyi seçmek, bir cesarettir: Kaybetmeyi bilerek bağlanmak, ayrılığı mümkün görerek yakınlaşmak…

Yaşamın sonbaharında aşk, aslında varlığın en narin tezahürlerinden biridir. Zamanın esnettiği bir bedende, kırılganlığı derinleşmiş bir ruhta hâlâ ışığın bir yer bulabilmesidir. Umut, artı gür bir çığlık değil; içten bir mırıltıdır. Fakat insan bu mırıltıda bile yaşamaya değer bir anlam bulur.

Ve belki de aşkı bu yaşlarda en derin kılan şey, tüm kırılmışlıklara, tüm yorgunluklara, tüm gölgelere rağmen hâlâ sevebilme kudretidir. Çünkü aşk, sonbaharın ortasında bile bir bahar çiçeği açtırabilir; gecikmiş ama gerçek, yorgun ama inatçı bir çiçek…

Aşk, tam da bu yüzden hem incitir hem iyileştirir hem yıpratır hem yüceltir. Ve en önemlisi insana, hayatın hâlâ sürmekte olduğuna dair sessiz bir kanıt sunar.

3

Kaybın ve Ölümün Gölgesinde

İnsanın yaşadığı her dönem, varoluşun farklı bir yüzünü gösterir; fakat yaşamın sonbaharı, bu yüzlerin en çıplak, en dürüst olanını açığa çıkarır. Bu dönemde aşk, artık gençliğin taşkın coşkusundan değil, varoluşun kırılgan dokusuna sinmiş derin bir dirençten doğar. Kalbin hâlâ atıyor olması, yalnızca biyolojik bir süreklilik değil; zamanın ağırlığına verilmiş bir cevaptır.

Çünkü bu yaşlarda sevgi, kaybın sürekli ihtimalini içinde taşıyan bir cesaret biçimidir.

Yaşın getirdiği farkındalık, aşkı hem yoğunlaştırır hem de inceltir. Geçmiş, yalnızca hatıralar değil, aynı zamanda kayıpların –dostların, eşlerin, gençliğin ve hatta önceki benliğin– oluşturduğu bir hafıza topografyasıdır. Bu topografyada gezinirken, ikinci bir bahar aşkı adeta sisin içinden süzülen bir ışık gibi belirir: zayıf, ama yön gösterici; kırılgan, ama ısrarcı. Bu ışığa uzanmak, kişinin yalnızca bir başka insana değil, kendi geçmişine, kendi yarım kalmışlıklarına ve kendi ölümüne meydan okumasıdır.

Aşk ile maddiyat arasındaki gerilim, yaşamın geç dönemlerinde daha görünür hâle gelir.

Gençlik, ekonomik kaygıların görece sessiz olduğu bir evredir; aşk, maddi koşulların üstünde yüzer gibi görünür. Oysa yaşamın sonbaharında maddiyat, ilişkilerin bilinçli ya da bilinçsiz tüm arka planına sızar: sağlık raporlarından banka hesaplarına, geleceğin belirsizliğinden geçmişin borçlarına kadar her şey, sevginin etrafında çizilen bir çember oluşturur. Bu çember daraldıkça, aşkın anlamı keskinleşir; çünkü artık sevmek, yalnızca kalbin çağrısına değil, aklın tereddütlerine rağmen verilen bir karardır.

Maddiyatın gölgesi, aşkın değerini azaltmak yerine onu derinleştirir. Çünkü artık sevmenin, bir yatırım ya da gelecek planı değil, varoluşsal bir eylem olduğu anlaşılır. İnsan bu yaşlarda, aşkın geçiciliğinin bilinciyle sever; tıpkı solmaya yüz tutmuş bir çiçeğin kokusunun, tam da bu solgunluk sayesinde daha kıymetli olması gibi.

Ölüm bilincinin yoğunlaşması ise aşkı hem trajik hem de felsefi bir deneyime dönüştürür. Herbakış, zamansallığın bir hatırlatıcısına dönüşür; her dokunuş, fanilikle çizilmiş bir imzadır. Bu bilinç, aşkın hem inceliğini hem de ağırlığını artırır. Sevginin her anı, iki uç arasında titreşir: var olma sevinci ve yok olma ihtimali. İşte bu titreşim, yaşamın sonbaharında aşkı benzersiz bir yoğunlukla doldurur. Çünkü artık sevmek, zamanın akışını durdurmak değil, o akışın farkına vararak ona eşlik etmeyi kabullenmektir.

Belki de bu yüzden ikinci bahar aşkı, bir bilgelik hâline dönüşür. Bu bilgelik, romantik bir idealin değil, insanın kırılganlığını bütün açıklığıyla kabul edebilme gücünün sonucudur. Artık tutkular kör değildir; artık arzular, gençliğin hızına teslim değildir. Aşk, deneyimin, kayıpların ve farkındalığın içinden süzülerek olgunlaşan bir tanıklığa dönüşür. Kişi bir başkasını sevdiğinde, aslında kendi yaşamının bütün kırık parçalarını da yeniden anlamlandırmaya girişir.

Sonuç olarak, yaşamın sonbaharında aşk, yalnızca duygusal bir olgu değildir; varoluşun özüne doğru açılan bir meditasyondur. Kaybın, yalnızlığın ve ölümün kaçınılmaz gölgesi altında bile insanın hâlâ sevebilmesi, felsefenin en temel sorularından birine “İnsan olmak ne demektir?” verilmiş sade ama güçlü bir yanıttır.

Aşk, insanın kendi sonluluğuna rağmen varoluşa ‘evet’ deme biçimidir. Bu yüzden kırılgandır; bu yüzden değerlidir, bu yüzden kutsaldır.

İLGİLİ YAZILAR
- Advertisment -

Son Yazılar

İlgili Yazılar