Su’yun Hikayesi

Bir önceki  “Gece Yolculuğu” hikâyelerimi okumuş olan okuyucularımız hatırlayacaklardır. Uyku tutmayan yaz gecelerinde, kendimi yollara attığımı. Nereye gittiğini sormadan zil zurna sarhoş bindiğim otobüslerin nereye giderlerse; oraya kadar gittiğim yol hikâyelerimi.İşte bu hikâyem de onlardan biri.

Saat gece yarısını çoktan geçmiş, yatağımın içinde kıvranıyorum. Git de git! “Bu sefer gitme” diyor içimde ki diğer ses. Geçen seyahatimi hatırlıyorum. Otobüs’ün daha Tekirdağ’da beni bırakıp kaçışını unutabilir miyim?

O sol yanım, o esrik kafam, o maceracı ruhum birlik olup, yine beni yoldan çıkardılar.

Biraz fazlaca iç çamaşırı, yedekte bir pantolon, bir gömlek alarak çıktık yola.

İlk gelen otobüse şartladım kendimi. Zaman biraz geç ama olsun.  Yaz şimdi, saat 03.00 suları ve Yine İzmir otobüsündeyim.

Otobüsün muavini, benim binmem ile birlikte kolonya servisine başlıyor. Ön taraftan gelen seslere kulak kabartıyorum. “ Dök, dök evladım rakı fabrikasının yanından mı geçtik” diye soruyor yolcunun biri.

Muavin, “Yok, oraya daha gelmedik” diyor.

“İsterseniz atabilirsiniz, tedarikliyim bu sefer” diyorum içimden.

İçim geçmiş, uyandığımda hemen üstümü başımı yokladım. Uykudayken, bir terslik olmasın diye! Neyse temizdik…

Muavin, seğirtti geldi yanıma ilişti. Kesin laf çakacak dedim! Dememle de çaktı zaten.

“Aga be; ne horladın be aga, ne horladın? Zaten içerisini de meyhaneden beter ettin. Kolonya bitti! Şimdi Altınoluk’tan bir şişe daha alacağız” diyerek saydırıyor.

Dışarıda, sabah olmasına rağmen sıcak bir hava olduğunu tahmin ediyorum.  “Tam neredeyiz?” Diye soruyorum. “Mıhlıçay’dan geçiyoruz” diyor muavin…

“Duralım” diyorum. “Niçin?” der gibi suratıma bakıyor!

“Mıhlamayla çay çekti canım” diyorum.

Gözlerinde ışık çakıyor. Şevkle bağırıyor kaptana! “ Kaptaaan; çek sağa, ağabeyi indireceğiz!” Bir anda otobüsün içinde sevinç çığlıkları yükseldi. Herkes bana dönüp gülümsüyor, bazıları el sallamayı bile ihmal etmediler. Daha ayaklarım toprağa temas etti, etmedi. Otobüsün içinden bir alkış koptu; sanırım muavini alkışladılar.

Küçükkuyu, Altınoluk arası bir yerde inmiştim. “Bildiğim yerler “diyerek iç geçirdim.  Hava, sabahın bu vaktinde bu kadar sıcak! “Hayra alamet değil” diyerek, hangi yöne gideceğimi düşünmeye başladım. Yol boyunca yürümüyor; içerilere, ovaya doğru yürüdüğümü fark ettim. Beynim, otomatik olarak beni dağ köylerine doğru yönlendirmişti. “Olsun, gidelim bakalım” dedim! Yukarılardaki tepelerde; alevi Türkmen köyleri vardı. Bir kaçında misafir kalmış, hatta bahar şenliklerine bile katılmıştım.

20 dakika kadar yürümüşüm. Evler seyrekleşmeye başladığında,arazi de yavaş yavaş yükselmeye başlamıştı. Sıcak mı arttı, bana mı öyle geliyordu? Denizden yana doğru bakmak geldi içimden. Aman ne göreyim? Midilli üzerinden bir hava kaldırmış geliyor, kapkara! Yöreyi pek fazla bilmiyorum ama Denizden gelen hava mutlaka yağar biliyorum. Tereddüt etmeye bile vaktin olamaz dedim!

Geri dön! Emir kipi beynimi zorluyor, bir yandan da tepelere bakıyorum. İnce bir yel ile birlikte gerisin geriye hızlı adımlarla dönmeye başladım.

Önce bir iki damla attı. Evlerden birine sığınırım, saçağında dursam yeter diyorum. Islanmaktan çok yıldırım düşmesinden korkarım.

Önce bembeyaz kesti her yer. Bir uğultu ile birlikte bir dolu vurdu. Her biri ceviz büyüklüğünde var. Yüzüm gözüm çizik içinde. Duman beni boğdu nefes alamıyorum. Yağmur öyle yağıyor ki bir metre ötesini zor görüyorum.

Dizlerimin üstüne çökmüşüm farkında değilim. “Öleceğim” diye iç geçirdim. Kendimi kurtarmaya değil ölmeye hazırlıyordum. Kelime-i Şahadet mi istersiniz? Ayetel kürsi mi?

Artık yürümüyor, suyun içinde boylu boyunca yatıyorum. En yakın ev 30- 40 metre uzağımda. Beyaz bir ev! Emekliyorum mu, Yüzüyorum mu? Belli değil. Yok, olamayacak, gidemiyorum. Gazetelerin manşetleri geliyor aklıma. Beni iyi tanıyanlar, “dalgıç karada boğuldu!” Diye manşet atarlar mı? Rezil oluruz diyorum. Diğer bir ses kıkırdıyor içimde! Ulan, ölüp gideceksin hala rezil olmayı düşünüyorsun diye dalgasını geçiyor benimle.

Sıcacık, ışıklı bir tünelin içinde yolculuk ediyorum. Bir yandan da “tamam ölmüşüm cennete doğru gidiyorum” diyorum. Kulağıma sesler geliyor. Çocuk sesleri bunlar! Gözlerimi aralıyorum. Beyaz bir odanın içinde onlarca çocuk bana bakıyor. Tamam, emindim artık, cennetteydim ve bunlarda melek olmalılar diye iç geçirdim. Yavaş bir sesle sorabilmiştim. “cennette miyim?” çocuklar, hep birlikte el çırparak cevap verdiler“ Eveeettt!”

“Hiç olmazsa cennetteyim.” Diyerek, gülümsemeye çalıştım.

Bir yandan da kafamın içinde “nasıl öldüm acaba çok çırpındım mı?” soruları. Çırpınırken biri görmüş müydü? Desenize rezil rüsva olmuştuk! Gözlerimi tekrar kapattım! Burada ne soracaklar diye bekliyorum.

“Lütfü Bey” diye bir ses! İyiden iyiye öldüğüme inanmama yetti. “Adımla çağırıyorlar” dedim. Gözlerimi araladım. Mavi elbiseler içinde, gülümseyen üzüm karası gözleri gördüm. “Baş melek olmalı” diye iç geçirdim. Çok zor yerlerden sormasa bari diye düşünürken. “Lütfü Bey, büyük geçmiş olsun. Verilmiş sadakanız varmış” deyince,  “dur bir dakika burası neresi? Ben ölmedim mi?” Diyerek, soruları sıralamaya başladım. Tam kalkacaktım ki üzerime örtülen çarşafı fark ettim, çıplaktım.

Merak etmeyin, sizi Hüseyin efendi soydu, yatırdı. Siz kalkmayın! Doktor çağırdık, birazdan gelir”

“Adınızı, kimliğinizden öğrendik. Benim adım Su…” deyince, beni bir gülmek aldı sesle gülüyordum. “Demeyin, ne olur su demeyin! Bu gün yeterince sulu geçti. Bana bugün her şey sulu bir şaka gibi geliyor.” Diye inledim. Daha sonra Su, Çanakkaleli olup, öğretmenlik yaptığını anlattığında olay çözülmüştü.

Doktor geldiğinde, bana bir takım eşofman bulmuşlar, karşısına öyle çıkmıştım. Önlem olarak bir iğne yaptı ve bir antibiyotik yazıp gitmişti. Ben mikropları neyin kıracağını biliyordum.

Su, az sonra yanında küçük bir kız çocuğunla döndü. “Bakın, Lütfü Bey!  Sizi fark edip bize haber veren kızımız Esra” diye tanıttı. Daha sonra bulunduğum yerin “Cennet Çocuk Yuvası” olduğunu söylediklerinde tekrar bir gülme krizine girdim. Anlattığım da bütün bir yuva gülüyordu.

Saat çabuk geçmiş, akşamüstünü yakalamıştık bile! Ben, Hüseyin Efendinin kaşını gözünü inceliyorum. Bir açık verir mi diye bekliyorum. Az sonra yuvanın aracı geldi. Çocuklar ve Su’nun gideceğini öğrenmiş oldum. “Eh ben de gide.. “Lafım ağzımda yarım kaldı. Hüseyin efendi bileğimden çekti. Diğer elindeki torbayı havaya kaldırmış bana gösteriyordu. Torbanın ağzından gümüş bir kapak dışarı çıkmış, “ben de buradayım “ der gibi bakıyordu. Servis şoförüne ısmarlamış meğer. Halden anlayan biriymiş Hüseyin Efendi…

“Seni, mikroplardan arındırmak lazım” dediğinde ben de hal kalır mı?

Alkolü aldıkça açıldık, açıldıkça bir hoş sohbet olduk Hüseyin Efendi ile. Söz döndü dolaştı Su’ya geldi. Daha Su dediğim de Hüseyin Efendi’nin gözleri doldu. “agamın kızı” dediğinde biraz utanmıştım.

“Neden Su? Önce onu deyiversem sana” diye kendi yöresinin şivesiyle konuşmaya başladı. “Agamın adı Hasan’dı, dört yaş büyüğümdü, Zeytin zamanı hasada indiydik. Kaldıkları çadırda yorgunluktan içleri geçmiş, lambayı da söndürmemişler nasıl olduysa lamba devriliyor yorgan döşek tutuşuyor. Bunlar çadırla birlikte yanmaya başlıyorlar. Bağrış, çığrış, yetişin falan derken,  agam, çadırla birlikte yana devriliyor. Çadırın eteklerinden dışarı fırlıyor kızımız. Nasıl bir fırlamak ama! Yattığı beşiğin içinde üzerinde de bir bidon su,  akıyor üstüne kızımızın, Allahın hikmeti bildik. Köylüler alıyorlar onu hemen üstünü değiştiriyorlar. Ben geldiğimde; onun sevincine agamla, yengeme üzülemedik bile. İşte, daha ertesi gün gittim adını “Su” koydum. Biz büyüttük. Sonra okudu, öğretmen çıktı. Gördüğün gibi buradayız işte. Beni de yanına aldı. Baba bildi beni. Büyüdüğünde gerçeği anlattık. Çok ağladı, çok acı çekti…

İkimizde ağlıyorduk. Mıhlı çay, çok fena mıhlamıştı beni. Hüseyin Efendi’ye gitmek istediğimi; Su’ya selam söylemesini, beni böyle görmesini istemediğimi söyleyerek veda ettim.

Gece saat03.00 sularında dönüş yoluna geçtim. Elimi kaldırdığımda bir otobüs yavaşladı arka kapı açıldı ve muavinin çığlığı yükseldi. Kaptaaaan bas gaza, durmaaa sakın! Basss! Bu geldiğim otobüs ve Muaviniydi.

“Gelmiyorum ulan sizinle” diye bir çığlıkta ben attım peşlerinden. Altınoluk’a doğru yürümeye başladım.

Haziran 2000 Küçükkuyu!

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
İLGİLİ YAZILAR
- Advertisment -

Son Yazılar

İlgili Yazılar