Ana SayfaMutlu Gözüküçükİkinci Bahar (Felsefi Deneme)

İkinci Bahar (Felsefi Deneme)

 Pencerenin önünde oturuyorum.
Güneş, duvarların üzerine yavaşça çekiliyor, sararmış ışık odaya doluyor.
Masanın üzerinde eski bir fotoğraf duruyor — kenarları kıvrılmış, siyah beyaz, biraz silik.
O fotoğraf, şimdiye açılmış bir yara gibi; her baktığımda geçmişte kanayan bir yerim sızlıyor.

Elimde tutuyorum onu.
Bu eller… artık damarları kabarmış, derisi incelmiş, ama hâlâ hatırlıyor.
Bir zamanlar aynı ellerle bir kadının saçlarını okşamıştım.
Gençtim. O kadar genç ki, aşkı sahiplenmek zannediyordum.
Oysa aşk, hiçbir zaman sahip olunan bir şey değildi; sadece tanık olunan bir akıştı.

Fotoğrafta ben varım — yirmili yaşlarda, yüzümde o hoyrat özgüven.
Yanımda o.
Gözleri gülüyor ama dudaklarının kenarında bir kuşku.
O zaman fark etmemiştim; ama şimdi anlıyorum, o kuşku bir vedaydı aslında.
İnsan bazen, bir fotoğrafta bile vedalaşabiliyor, farkında olmadan.

Şimdi bu yaşta, o fotoğrafın önünde otururken, içimde bir yankı büyüyor.
O zamanlar maddi şeylerin, sahip olmanın, biriktirmenin peşindeydim.
Hayatı, eşyalarla, başarılarla ölçtüm.
Bir ev, bir masa, bir kitaplık, bir kadın.
Hepsini bir düzene koyduğumu sandım.
Ama aşk, düzene sığmazmış meğer.

Bir gece, yıllar sonra, onun sesini rüyamda duydum.
Ne söylediğini hatırlamıyorum, sadece bir cümle kalmış aklımda:
“Her şeyi kazandığında, beni kaybettin.”
O sabah uyandığımda, odamda ağır bir sessizlik vardı — tıpkı şimdi olduğu gibi.

Bugün başka biri var hayatımda.
Onu seviyorum, ama farklı bir sevgi bu.
Bir fırtına değil; bir kıyı.
Bana güven veren, beni saklayan bir sıcaklık.
Gençliğimin aşkı yakıcıydı, bu aşk ılıktır.
Ama belki de, tam bu yüzden gerçektir.

O yeni kadın — bir gün elime bu fotoğrafı aldı, dikkatlice baktı.
“Sen orada kimdin?” diye sordu.
Bir süre sustum.
Cevabı o kadar uzun, o kadar iç içeydi ki bir kelimeye sığmazdı.
“Bilmiyorum,” dedim sonunda, “belki de hiç kimseydim.”

Aslında o gün anladım:
İnsan, kendini en çok sevdiğinde değil, kaybettiğinde tanıyor.
O fotoğraftaki adamın yüzünde, kendi cehaletimin izlerini görüyorum.
Para, güç, arzular… Hepsi birer maske.
Aşk, maskelerin altındaki çıplaklığın adıdır.
Ama o çıplaklıkla yüzleşmek cesaret ister — ben o cesareti o zaman bulamamıştım.

Şimdi, bu fotoğrafa her baktığımda hem gençliğimi hem de pişmanlığımı görüyorum.
Bir zamanlar sahip olmak istediğim her şey, beni yavaşça benden uzaklaştırmış.
Ama yine de, aşk benden vazgeçmemiş.
Yıllar sonra, yeniden dönmüş.
Belki de aşk, bastırılmış bir dürtü değil, geri dönen bir merhamettir.

Bugünkü kadını seviyorum çünkü benden hiçbir şey istemiyor.
Ne geçmişimi ne geleceğimi ne de söz vermemi.
Sadece şu anı paylaşıyor benimle.
Bir fincan kahve, bir sessizlik, bir dokunuş…
Hepsi o kadar sade, o kadar insanî ki.
Belki de aşkın en olgun biçimi, hiçbir beklenti taşımayanıdır.

Geçenlerde yine fotoğrafa baktım.
Bu kez onu masanın kenarına koydum, yanına bir demet papatya.
Rüzgâr perdeyi hafifçe araladı, ışık fotoğrafın üzerine düştü.
O an içimden şu cümle geçti:
“Artık seni özlemiyorum, sadece anlıyorum.”

Anlamak…
Gençken bu kelimeyi küçümserdim.
Sevgi duymak isterdim, tutku, ateş, heyecan…
Ama yaşlanınca anladım, aşkın özü anlamaktır.
Karşındakini değil, kendini.
Birine duyulan aşk, sonunda insana kendi varlığını öğretir.

Şimdi, gün batıyor.
Pencereden içeri sızan turuncu ışık, masanın üzerindeki fotoğrafı yakıyor.
Birazdan her şey karanlığa karışacak.
Ama içimde bir ışık sönmüyor.
O, bir zamanlar kaybettiğim her şeyin sessiz onayını taşıyor.

Belki aşk, en sonunda bir barışmadır —
kendinle, geçmişinle, bütün yarım kalmış cümlelerinle.
Ve ben bu barışı, yıllar sonra, bir fotoğrafın soluk yüzünde buldum.

O fotoğraf artık bir anı değil, bir ayna.
Geçmişi değil, beni yansıtıyor.
Ve ben sonunda, içimden sessizce fısıldıyorum:

“Yaşamak boşuna değildi — çünkü sevdim.”

İLGİLİ YAZILAR
- Advertisment -

Son Yazılar

İlgili Yazılar