Nerede olursanız olun, öyle yapın, gölgesinde bir acı kahve ikram edin kendinize…
İster Osmanlı kültürü deyin, isterseniz Roma!.. Bir yaşanmışlığı anlatırken sana, yüzlerce yıllık bir tarihi mirası bırakır kucağınıza…
Silivri’nin orta yerinde iki çınarımız vardır! Yaşlı mı yaşlı! Ulu mu uludur her ikisi de… O büyük ozanın tutsaklık günlerinde şiirine ilham vermişlerdir…
Hani, “Çınarlı kubbeli mavi bir liman” dediği o çınarlarda o liman da bizimdir…
İki ulu çınar ağacımızın birer kahvehanesi vardı. Turgut’un kahvehanesiyle Hafız’ın kahvehanesiydi!..
Gölgelerinden kimler geldi kimler geçti!
3-5 asırlık var mıdır yaşları acaba? Kaç insan nesli gördüler!..
Kimler dikmişti, hangi eller su vermişti? Rum muydu, Türk müydü yoksa bir Ermeni esnafı mı dikmişti. Ne önemi vardı! Lakin, kimler kesmeye kalkmıştı. Gövdelerinde altın var masalına inanıp kaç baltadan son anda kurtulmuşlardı!..
Çarşının kaç halini gördüler!
Piri Mehmet Paşa’nın camisi yakılırken, kapısı sökülüp götürülürken hepsine şahit olmuşlardı!…
Şehrin orta yerinde Bulgar mezalimine şahitlik etmişlerdi! Bektaşi ocağı, Mevlevi dergahıydı bu küçük şehir! Barışın en güzelini de yaşadılar, yaşattılar!…
O kadar çok şey görmüşler ve duymuşlardı ki! Kaç canın feryadını duydular, kaç hırsızın izini sürdüler bu çarşıda!.. Haklarında ferman çıkmış mıydı sökülüp atılacak, kesilip biçilecek!…
Bir gece hava fena halde lodostu ve canları oldukça yanıyordu. Rüzgârdan o koca gövdeleri çatırdıyor, dalları oradan oraya savrularak kırılıyordu! Deniz tarafından çığlıklar duydu her ikisi de!.. Yahudi mültecileri taşıyan Salvador adlı gemi fırtınada parçalanıyordu!…
Ya iki askeri cemse (kamyon) olayına ne demeli! Demokrat partili yıllar!.. Şehrin ağalarının canını sıkan Turgut’un Kahvehanesine iki askeri cemse günün ortasında dalacak, kahvehaneyi yıkacaklardı! Orada, askeri aracın altında kalan Çingene Salih’in kopan ayağının şahidi de olacak çınarlarımız… Daha o gece, çınar ağacımızın yanı başında, kazanlar vuruldu ateşe, yemekler pişirildi. Çarşı esnafı bir oldu, bir gecede onardılar kahvehaneyi! Yerine koyamadıkları bir Salih’in bacağı kalmıştı. Onun da yerine çınar ağacımızın dallarından bir kütük koydular…
Hancı Behzat’ın dediği gibi gövdesinde dizi dizi altınlar mı vardı?.. Yoksa, altında hazine mi saklıydı! Önce ortadaki çınarın batı tarafını kazdılar. Ak sakallı hoca, koca tespihini evire çevire okuyor, etrafa dualar üfürüyordu!..
Nafile bir şey çıkmamıştı! Hoca efendi,” öbür tarafını da kazalım” dedikçe, kahvehaneden homurtular yükseliyordu!
Son bir gayretle gittiler, diğer çınarın da altını eştiler. Yetmedi, hanın önünde de eşelendiler. Yoktu, hiçbir ulustan, hiçbir kuldan kalan bir şey yoktu!..
Sinema afişleri asılır, maça davet edilirdik! Gövdelerini gelip geçerken dakikalarca seyrederdik!
Mesela bir Mehmet Amca vardı! Ceket, yelek satardı gölgesinde. Biz ilkokula giderken, gölge oyunu oynatırdı. Öğrencileri, öğretmenler alıp götürürler, 25 kuruşa, Karagöz-Hacivat seyrettirirlerdi!
Sonra gün geldi ergen olduk. Bir gün, çarşı meyhanesinde karşılaştık! (Rahmetli Zahit Kaynar ve Davut’un meyhane) önünde iki fıstık ve bir kadeh rakı duruyordu! Hızla kaldırdı kadehi bir nefeste çekti ve aynı hızla ayağa kalkarak bir “hobbaa” çekip parmaklarına taktığı zillerle oynamaya başlamıştı! Yani köçeklik ediyordu! Masaların arasında “ hadi efem, Memed kulunuza bir kadeh içki ısmarlamayacak mısın” diyerek sokuluyor, omuz vurup gerdan kırıyordu! Onun o hali benim çocuklukta yaşadığım günleri altüst etmeye yetmişti. Öğretmenlerimi sorguluyor, böyle biriyle öğrencileri niye temas ettirirler diye kızıyordum! Acıyor muydum kendisine kızıyor muydum bilemiyorum ama kitlenmiş kalmıştım! Biz de pek yeniydik, pek bilmezdik meyhane âdetlerini. Meyhanede tanıyanlardan birkaçı rakı söylemişti. O masasına konan rakıları içiyor, dinleniyor yine oynamaya devam ediyordu! Hiç gözümü kırpmadan, saatlerce ona bakmıştım!
Gölge oyunundaki kuklalar gibiydi! Adeta gizli bir güç yönetiyordu onu! Orada durmak bana anlamsız bir acı veriyordu. Dışarı çıkarken, yavaşça kolumu tuttu. Önce, rakı isteyecek sandım! O, biraz eğilmemi isteyerek kulağıma fısıldadı…
“Biliyorum, içinden bir şey yıkıldı gitti! Hissettim ama babana sor beni! Baban anlatır beni, söktüğün attığın aynı yere koyacaktır beni” diyerek uğurlamıştı.”
Babama sormuştum! Aldığım cevap karşısında sarsılmış daha fazla yıkılmış durumdaydım.
Babamın, “Mehmet Abimiz” diyerek, başlaması şaşkınlığımı bir kat daha arttırmıştı!..
“Mehmet Abimiz, istiklal madalyalı bir gazimizdir Atamızın da yaverliğini yapmıştır, sen onu böyle bil yeter!” demişti.
Bir kış günü kimsesizler mezarlığında gömdüler Mehmet Abimizi! İşte böyle, çınarımızın altından hangi çınarlar gelip geçmişti!
Çarşıda bir koşuşturma, bir kalabalık; görenler, sokaklara mahallelere koşuyor, haberi dört koldan, diğer insanlara yetiştiriyorlardı! Duyanlar, akın akın çarşıya iniyorlardı ama ne yazık ki o yıllarda kadınların çarşıya inmeleri etik değildi ve iyi gözle bakılmıyordu!
Çınarın altında oturmuş kahvesini yudumlarken gördüm onu!
Türkân Şoray Yılmaz Duru ile ”Ana” filmini çekiyorlardı… Başrollerini paylaşmışlardı. Filmin yarısı Çatalca’da, yarısı Silivri’de çekilmişti.
Türkân Şoray’ı bin bir rica ile sokak aralarına götürüyorlar, çarşıya giremeyen kadınlarla görüşüyor, yine geri geliyordu! Bu bir iki kez tekrarlanmıştı! Elleriyle Türkân Şoray’ın yüzünü okşuyor, boynuna sarılıyorlardı!..
O gün ilk defa Türkân’ı yakından görmüş o çocuk halimle âşık olmuştum… 50 senelik bir aşktır bu! “Silemezler gönlümden ne aşkını ne seni”…
Resmi bayramlarımıza çok tanıklık etmiştir koca çınarımız! Silivri’nin Cumhuriyet Meydanıdır! Bakmayın siz şimdi çöp bidonları koyduklarına!
Orası benim için 10 Kasımlarda saygı duruşudur! 3 Kasımlarda Kurtuluşumuzdur. Bir manga askerimizin şehitler adına havaya ateş ettiği andır!.. 29 Ekim’de Cumhuriyet şiirini okuduğumuz meydan, 23 Nisan’da Egemenliğimdir. 19 Mayıs’ta gençliğim, 30 Ağustos’ta utkum ve coşkumdur…
Elbet bir gün, o çöp konteynerini oradan kaldıracak birileri çıkacaktır!
Çınarlarımızın diplerinde iki adet kuyu vardı. Eskiden buzdolabı hak getire! Soğuklukları kuyuya salarlar, gazozların kapaklarını testere ile patlatırlardı.
Çarşıda olmadığım bir günde Süleyman Demirel geliyor! Seçim konuşması yapacak! Çarşı tıklım tıklım!.. Bulcan Abinin dükkân önünde insanlar tezahürat yapıyorlar. O da ne? Dispanser bayırı dediğimiz, bayırdan aşağıya doğru bir otobüs frenleri patlamış korna çala çala geliyor! Milletimiz coşkudandır sanarak, el çırpmaya başlıyor mu? Rahmetli Hacı Mehmet abimiz, arabasıyla dalıverdi ahalinin arasına, Bulcan abimin dükkânda ancak durmuştu… Birkaç yaralı ama bir çocuğumuz hayatını kaybedecekti! Acı anıları arasındadır çınarımızın!
Hele biri var ki anlatıp, anlatmamak arasında çok gidip geldim ama anlatacağım!
Fener köyünden amca kızımızın düğünü var! Nerede? Halk Eğitim ve Kültür Merkezinde…
Silivri’li gençler ile Fener Köyümüzün gençleri de düğündeler! Düğün dernek demeye kalmıyor, dalıyorlar birbirlerine!.. İtiş kakış derken olay geliyor, babamların kahvehanesinin önündeki çınarın altına!..
İşte o gece kulaklarımdan gitmeyecek iki feryat yükseliyor! Sesleri gecenin karanlığını parçalıyordu, sonrası yürekleri…
İnsan ağaca küser mi? Küser!.
O olaydan sonra hep soğuk bakmışımdır o çınara! Ta ki Bulcan Abimle yeniden gündeme getirene kadar!
O çınarı hep babamın kahvehanesiyle eşleştirmiş, kahvehane yıkılınca bir de bu olay olunca dönüp bakmaz olmuştum!
Bir zaman sonra Bulcan Abimin nüktedanlığı çınara olan küskünlüğümü ortadan kaldırmıştı!
“Ben, bütün olup biteni gece boyunca çınardan öğrenirim” dediği günden itibaren Bulcan Abimin dükkanından çıkmaz olmuş, çınarla dertleşir olmuştuk!.. Sonraki gecelerde hep fısıldaştık! çınar ağacı, Bulcan Abim ve ben…
Bugünlerde mi?..
Rüzgâr söylüyor şimdi / O yerlerde bizim eski şarkımızı…