Epigraf:
“Aşk, ölümü hatırlatan tek çiçek gibi açar; her nefeste hem acıyı hem yaşamı taşır.” Fernando Pessoa
Yaprakların düşüşü, yalnızca doğanın döngüsel bir hareketi değildir; insan ömrünün varoluşsal hakikatine yazılmış bir metafordur. Her düşen yaprak, insanın yitirdiği yılların, unutulmuş hayallerin, kayıp sevgilerin sessiz bir yankısıdır. Zaman, dışarıda mevsimlerin dönüşümünü yönetirken, içeride insanın ruhunda da aynı döngüyü kurar: doğar, büyür, solar ve dağılır. İşte bu solgunluk anında, yaşamın sonbaharında, aşkın görünümü bambaşka bir hâle bürünür çocuksu bir coşku değil, bilge bir acıdır artık.
Aşk, gençlikte bir yükseliş, bir fırlayış, kendinden taşan bir taşkınlıkken; olgunlukta bir sınav, bir iç titreyiş olur. Bir zamanlar insanı genişleten bu duygu, şimdi iç dünyada yankılanan kırılgan bir sancıya dönüşür. Sevgi, kalbin açıklığından çok, ruhun derin yarıklarıyla temas eder. Âşık olmak artık bir sevinç hâli değil, insanın kendisiyle yüzleşmesidir. Geçmişin izleri, kayıpların ağırlığı ve her güzel anın faniliğiyle. Bu noktada aşk, yalnızca bir duygu değil; varoluşsal bir gerilimin adı hâline gelir. Her bakış, her dokunuş, insanın içindeki boşlukları görünür kılar. Âşık olmak, bir anlamda, kendi yarasını okşamaktır. İnsan sevgiyle iyileşmez, ama sevdiğini fark ettikçe kendi kırılganlığına daha çok yaklaşır.
Modern dünyanın ağırlığı da bu kırılganlığın üzerine çöker. Maddiyat, aşkın alanına sızmış görünmez bir güçtür artık. Hesaplar, ekonomik kaygılar, zamanın yorucu matematiği… Aşkın bir zamanlar özgürce akmasına izin veren alanı daralmıştır. İnsan maddi dünyanın ağırlığını sırtında taşırken, aşka yönelmek artık bir hafifleme değil, yeni bir sorumluluk yüklenme biçimidir. Ne var ki, tüm bu yükün ortasında aşk yine de bir tür direniştir—çünkü insan sevdiği anda, tüketim ve fayda düzeninin dışında bir gerçekliğe adım atar.
Yalnızlık ise bu düzenin en büyük öğretmenidir. İnsanı kendine bakan bir aynaya dönüştürür.
Sessizliğiyle konuşan bu içsel dünya, insanın geçmişte kaybettikleriyle, artık yanında olmayanlarla ve bir daha asla geri gelmeyecek anlarla doludur. Ama bu boşluk, paradoksal biçimde, aşkın doğduğu yerdir. Yalnızlık, insanı aşka muhtaç kılar; aşk ise yalnızlığı anlamlı bir sessizliğe dönüştürür.
Ve tüm bu duyguların, sancıların, kırılganlıkların üzerinde gölgesini hissettiren kaçınılmaz bir gerçek vardır: ölüm. Aşk, ölüm karşısında direnen son insani çabadır. Ölümün sessizliği içinde bile aşkın yankısı sürer; çünkü sevmek, faniliğe rağmen yaşamı onaylamaktır. Kaybetme ihtimali, her sarılışı hem daha kıymetli hem daha acı verici kılar. Aşk, tam da bu çelişkide köksalar: acıyla kutsal arasında.
10
Yaşamın sonbaharında aşk, artık bir başlangıcın değil, bilincin ürünüdür. İnsan, sevdiğini bilir; sevmenin sorumluluğunu bilir, kaybetmenin kaçınılmazlığını bilir. Ama yine de sever. İşte bu “yine de”, aşkın felsefi özüdür. Bu “yine de”, insanın karanlığa karşı yaktığı en küçük ışığın adıdır.
Belki de bütün ağırlığına rağmen, aşkın acısının bir ödül olması bundandır. Çünkü acı çekmek, hâlâ hissedebilmek demektir; hâlâ yaşayabilmek. Aşk, yaşamın son anına kadar varoluşu doğrulayan bir ateştir. Yapraklar düşer, zaman eskir, beden yorulur; fakat kalp atmayı sürdürdüğü sürece, feryadın içinde bile bir ışık yanar.
Sonsöz:
Sevmek, varoluşun en cesur eylemidir; ölümün kaçınılmazlığına rağmen, ruhun hâlâ umutla titreyişi, aşkın gerçek mucizesidir. Yapraklar düşer, zaman geçer ve her kayıp, insanı daha derin bir bilince taşır. Ancak bir kez aşkı hissetmiş olanın içindeki ateş, faniliğe yenilmez.
Sonbaharın hüznü içinde bile, aşk hâlâ bir feryattır—ama aynı zamanda yaşamın kendisini doğrulayan kutsal bir sessizliktir.
MUTLU GÖZÜKÜÇÜK, 13.11.2025, DİMİTROGRAD
