Tek başına da kalsa, doğru bildiğini savunma yürekliliğini gösteren adam sayımız ne kadar kaldı bilemem.
En azından kendimden hala eminim.
Niyetim, Sokrates gibi haksızlıklara karşı, musallat bir at sineği misali, dürtmek, sıkıştırmak, azarlamak ve bunu bizlere reva görenlerin peşini bırakmamak tabi ki değil. Ancak kaçarak savaşmayı bilmediğim gibi, baldıran otu içerek hadiseyi bitirmeyi de hiç düşünmüyorum.
Derdim; Günümüzde bir çok insanın haksızlıklara, adaletsizliklere, kalitesizlik ve ahlaksızlıklara karşı “at sineği” olmayı dahi beceremeyecek kadar korkak, ilgisiz, duyarsız olmaları ve sadece ünvan, makam, mevkilerle ilgilenmeleri, bunlar için yalakalık ve yağdanlık yapmayı sürdürmeleridir.
Siyasetten eğitime, basından sivil toplum örgütlerine, arkadaş ilişkilerinden esnaflığa, oradan sendikacılığa kadar, alakalı alakasız her yerde dibe vurmuşuz haberimiz yok. Belki de var, umurumuzda değil!
Konuya bu kadar derinden girmek birilerini rahatsız eder mi? Bilemem. Lakin insan konuyu yazmadan önce ister istemez Sokrates’in yaptığı gibi üçlü filtreden geçirme gereği hissediyor. Bende naçizane öyle yaptım. Gerçi ilkinde “Evet” i bulduğunuzda ikinci ve üçüncüye gerek kalmıyor fakat olsun.
Üçlü Filtre
Birinci Filtre: Gerçek Filtresi
Yukarıda da bahsettiğim gibi toplumun her kesiminde, alakalı alakasız her yerde dibe vurmuş olduğumuz gerçeğinden emin miyiz ?
EVET!
İkinci Filtre: İyilik Filtresi
Bu kadar olumsuzluğa rağmen, söylenecek sözler, yazılacak kelimeler, durumu olumlu bir şekilde uyandırmak için mi söyleniyor ?
EVET!
Üçüncü Filtre: İşe Yararlılık Filtresi
Her kesim az biraz duyarsızken, söylenecek sözler hala birilerinin işine yarar mı ?
EVET!
Eğer söyleyeceğim söz doğru, iyi ve işe yarar ya da faydalı ise o zaman niye söylemeyeyim…
Vicdanında kendini temiz görenleri tenzih ederek, okumuşundan akıllısına, az bilmişinden çok bilge olduğuna inananına kadar, cehaletin pençesinde kıvranıyoruz. Neleri bilmediğimizin farkında olmadığımız gibi, bildiğimiz şeyleri de bildiğimizi sanıyoruz. M.Ö 400’ lü yıllarda Sokrates “At Sineği” olmanın keyfini sürerken, M.S 1947 yılında da Nazım ne kadar korkunç olduğumuzu anlatmış, akrep gibi korkak bir karanlık içinde bulunduğumuzu hatırlatarak!
Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim.
Gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlûkusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!
Nazım’dan sonra, aradan nerdeyse 70 yıl geçmiş, bizler hala bu satırları yazıyoruz. Uyanamamışız. Yazık!
Şimdi bu yazıdan sonra eşimin sözlerini duyar gibiyim. “Seni haksız yere eleştirecekler.”
Şimdi Sokrates’i anmamak mümkün mü?
“Evet, haksız yere eleştirecekler, hatta düşüncelerinde öldürecekler.
Haklı yere eleştirseler daha mı iyiydi?
Sevgiyle Kalın.