Domates festivalinde alkışlar yükselirken, ben gözlerimi ayçiçeklerinin arkasına diktim. Çünkü orada yükselen yalnızca sarı başaklar değil, gri gölgelerdi.
Bir zamanlar tarlalarda sabah çiğiyle uyanırdık. Çocuklar elleriyle domates koparır, serçeler karpuz yapraklarına konardı. Şimdi ise 36 bin kamyonun gölgesini, filtrelerin ardına saklanan kül bulutlarını konuşuyoruz.
Düşünün:
Bir yanda domatesin kırmızısı,
Bir yanda çimentonun grisi.
Bir yanda toprağın bereketi,
Bir yanda betonun ağırlığı.
Kime sorarsanız sorun, herkes aynı şeyi söylüyor:
“Burası tarım kenti olacaktı.”
Ama tarımın üzerine düşen gölge, gölgemizden daha uzun artık.
Belediye başkanımız diyor ki: “Taahhüt dışına çıkarlarsa yıkarız.”
Oysa mesele taahhüt dışına çıkmak değil, daha başından bu tesisin tarımın kalbine hançer gibi saplanmasıdır. Uygunsuzluğu beklemeden, en başında engel olunmalıydı. Çünkü bir kere kül havaya karıştı mı, geri dönüş yoktur.
Üstelik mesele sadece domates değil.
Çimento fabrikası;
Yer altı sularını kurutacak,
Havaya saldığı tozla akciğerlerimizi yoracak,
Turizmi baltalayacak, yazlıkçıyı kaçıracak,
Bağımızı, bahçemizi, üzümümüzü, ayçiçeğimizi, arımızı zehirleyecek.
Festivalin şarkısı bitti. Şimdi toprak susuyor.
Ama biz susarsak, domatesi son kez değil, toprağı da son kez görmüş olacağız.
Çocuklarımız yarın “Anne, bu tarlada neden artık kuş ötmez?” diye sorduğunda hangi cevabı vereceğiz?
“Filtreler tuttu kuşu, beton örttü sesi” mi diyeceğiz?
Hayır.
O yüzden sesimizi kaybetmeden, festivalin neşesini küle bırakmadan, bu toprak için konuşmalıyız. Çünkü domates bizim, nefes bizim, gelecek bizim.
Küller domatesi, toz nefesi yutacak