1969 yılındaki 9. “Yoğurt Bayramı”nın onur konuğu Almanya’nın Sosyal Demokrat Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı (ve birkaç ay sonra da başbakanı/şansölyesi olan) Willy Brandt’dı (1913-1992). O yıllarda daha “Silivri Yoğurt Festivali” yoktu ve şenlik temmuz ayında bir pazar günü düzenleniyordu.
Etkinlikler başlamadan önce Brandt, bir kayıkla kılıçbalığı avına götürülmüştü. Ertesi gün rahmetli Münir Zeki Bircan’ın tek gazetemiz olan “Silivri Ekspres”inde bununla ilgili bir yazı ve fotoğraf bulunuyordu: Willy Brandt, ucunda birkaç istavritin sarktığı çapar oltası tutuyordu! Yazı; özet olarak, değerli konuğun bir tek kılıçbalığı bile göremediğini, bunun yerine istavritle yetinmek zorunda kaldığını anlatıyordu. (Gazetenin sahibi ve başyazarı-tıpkı kendisi gibi-Silivri’nin en renkli kişilerinden biri ve en eski çarşı esnafından olan Bulcan Bircan’ın -‘Zafer Köşe’- ağabeyiydi.) Misafirin neden kılıçbalığı avlayamadığı konusunda Münir Abi’nin “şanssızlık” dışında bir yorumunu anımsamıyorum. Henüz daha “aşırı avlanma” ve “deniz kirliliği” gündeme gelmiyordu…
Bilindiği gibi, bir zamanlar Marmara’da 200’ü aşkın balık türü yaşarken, günümüzde utana – sıkıla 20 kadarını sayabiliyoruz! Nedenini bilmeyenimiz yok: Aşırı ve uygunsuz araç ve yöntemlerle avlanma ve deniz kirliliği yüzünden balığın yok edilmiş olması!
1950’ler sonu – 60’lar başlarında ben ve arkadaşlarım sahilde balıkçıların kesip attığı kocaman kılıçbalıklarının 1 metrelik kılıçlarıyla “şövalyecilik“ oynardık ! (Şimdiyse Kuzey/Ege-Saroz’da ara sıra yakalanan kılıçbalıklarının boyu 1,5 metreyi ancak buluyor.)
Köpekbalığı, fener ve kurbağa balıkları, keler, vatoz, tırpana, iskorpit, lipsos, gelincik, kayabalığı gibi sıradan balık taifesi, ağları boşuna işgal eden garip yaratıklar olarak balıkçılarca denize atılır, iskele dibinde yarı-canlı halde dolanırlardı. “Denizden babam çıksa yerim!” sözüne uygun olarak bugün hepsi bir şekilde ( anlamak istemeyen için not: yani başka bir kimlikle) tüketiliyorlar !!!
Lezzetli balıklar çoktu. Çoğunluğu Rumca adlar taşıyan balıklarımızdan mezgit, ispari, hamsi, sardalye, istavrit, kolyoz, izmarit, menekşe, gümüş, zargana, mütevazı sofraları süslerdi. Daha kirlenmemiş derenin üzerindeki “Kısa Köprü”den olta atıp, fakirlerin bile tüketmediği, ama lezzetini bilen az kişinin yakaladığı yılanbalıkları ve iki derenin yakınında “serpme” denilen ağ atılarak tutulan kefallar vardı. Çinekop, lüfer, kofana, mercan, levrek, tekir, barbunya, palamut, torik, kalkan, karagöz, sinarit, uskumru, lagos, hani, iskina, kikla, karasarpa, mırmır gibi çoğu lezzetli ve bazıları pahalı balıklarla, ıstakoz, pavurya, böcek ve karides çeşitleri gibi deniz kabukluları da elbette boldu. Kalamar ve sübye de vardı bir zamanlar. Lakerda, palamuttan değil, torikten yapılırdı!
Balıkçılar gece el feneriyle dalgakırandan yarların altındaki Boşnakbahçe’ye kadar yürür ve kıyıda taşlar arasında bol miktarda pavurya tutardı.
Biz çocuklar balıkçılara özenerek, dilbalığını ya da yakın akrabası “pisi”yi, kalın telden yapılan ilkel zıpkınlarla avlardık ya da iki ayağımızı ‘V’ biçiminde bitiştirip sığ suda yürür, balığın ayaklarımız arasında sıkışıp yakalanmasını sağlardık.
Analarımızın eski naylon çoraplarıyla “kepçe” yapar, karidesin az gelişmişi olan “tekke”yi tutardık. “Tekke süzmek” adını verdiğimiz bu eylemin ardından bunların azını oltamızda yem olarak kullanır, çoğunu ayıklayıp çiğ yerdik. İskeledeki ‘dönemeçten’ dipteki kırlangıçları görerek olta atardık. Oltanın ucuna ipek kumaş parçası takıp zargana avlamaya çalışırdık.
Dalgakırandan çıkarılan ve hemen orada bir teneke üzerinde pişirilip limon sıkılarak yenen midye hep popülerdi! (Bugün de denizimizin midyesi -bira eşliğinde- ve dip balıkları, tüm sakıncalarına karşın tüketilmekte!) O yıllarda istiridye ve tarak gibi çok lezzetli ‘deniz yumuşakçaları’nı bile tatmıştık.
Kum midyeleri, yani ‘cikcikler’se, sonraki yıllarda İtalya’da makarna/spagetti sosuna katılmak üzere ihraç için taranırken, balık yatakları da tarumar edilecekti !
Dönelim tekrar kılıçbalığına:
Balıkçılar büyük kayıkların (daha “Gırgır” denilen azmanlar yoktu!) burnuna 5 m kadar uzun ve 30-40 cm geniş kalaslar takıyordu. Bu kalasın üzerinde, elinde zıpkın tutan avcı oturuyor ve öğlen saatlerinde su yüzüne uyumaya çıkan kılıçbalığını “gönder” denilen sopanın ucuna takılmış, uzun bir iple kayığa bağlı olan, etine batınca açılan “kulaklı” demir zıpkınla, arkadan yaklaşarak vuruyordu…
Kılıç ve kankası orkinos, bir zamanlar Marmara’da hüküm sürerken, uskumruyla besleniyorlardı. Evet, uskumru lezzetli bir balıktı, ızgarası ya da iplere asılıp kurutularak “çiroz”u yapılırdı. Halkımız ve bu iki güzide balığımız kılıç ve orkinos tazesini yerken, “çiroz”u (z.yağı/sirke/dereotu ile) damak ehli akşamcılar meze olarak tercih ederdi. (Uskumrunun Norveç’ten ithal edilen o sefil soydaşlarıysa, en ucuz balık, yani ‘fakir taamı’ olarak sofralarda henüz yer almamıştı, Eminönü’nde balık-ekmek olarak bile satılmıyorlardı !)
Ne zaman ki, sorumsuz bazı kişiler jeneratörlerle çalıştırdıkları lambalarla, geceyi gündüze çevirerek denizdeki uskumruları avlayıp bitirdiler, o zaman kılıç ve orkinos Marmara’ya küsüp gitti! Başka insafsızlar da Silivri’nin değerli ‘taş’ balıklarını dinamitle avlayarak bitirecekti !
Dünya denizlerinin en değerli kabuklusu ıstakoz Silivri’de de çokça bulunurdu. Bunları yakalamak için balıkçılar küfe kullanırdı. Istakozlar çeşitli nedenlerle bu küfelerin içine girerdi: Saklanma/korunma ve yuva yapma güdüsü, yiyecek arama, güneşin aydınlığından kaçma ya da sadece merak (Bu nedenleri her balıkçı farklı anlatır!). İnatçı ıstakozları ve uyanık böcekleri cezbetmek için küfelere çoğu zaman güneşte kurutulmuş ya da çiğ işkembe şeritleri yerleştirilirdi.
Bu seçkin balıkları ve kabukluları herkes tüketemezdi doğal olarak. Hafta sonları İstanbul’dan varlıklı insanlar gelirdi kasabamıza. Çoğunluğu “gayrimüslim” ya da “azınlık“ diye adlandırılan bu konuklar, günümüzde iskele ve mendirek arasında bulunan çay bahçelerinin tam ortasında yer alan “Belediye Gazinosu”na -sonradan “Orta Gazino” denilecek- gelir, buradan denize girer; çeşitli mezelerin, defne yapraklı kılıç şişin, ıstakozun ya da diğer mevsim balıklarının tadını çıkarır, rakı ya da şarabını içer, iskele tarafındaki bahçede akordeonla, ya da pikaplarında moda şarkılar çalarak eğlenir ve şezlonglarda yatarak güneşlenip, dinlenirlerdi. Biz Silivri çocukları ve gençleri; onları, bahçeyi sahil yolundan ayıran parmaklığa abanarak hayranlıkla izlerdik. Bir süre sonra, eğlenmesini iyi bilen bu insanlar gelmez oldu. Nedenini ancak büyüyünce öğrenecektim: Onlar başta Yunanistan ve İsrail olmak üzere, Fransa, ABD, Kanada, Arjantin gibi ülkelere göç etmişlerdi…
(Belediye Gazinosu’nun iki yanındaki bahçe, daha çok memur ailelerinin ve kıyı <“Yalı”> sakinlerinin tercih edeceği, <“Kale”> hanımlarının daha pek görülmediği ilk çay bahçemiz olacaktı.)
Artık Silivri’nin yeni ziyaretçileri vardı: Onlar İstanbul’un gecekondu semtlerinden kalkıp, hafta sonunda (çoğu yer bulabilmek için cuma akşamından) aralarında kamyonlar da olan her çeşit motorlu araca doluşarak İstanbul’un başlıca sayfiyelerinden Silivri’ye geliyorlar ve kumsala yayılıyorlardı. Doğallıkla gelir düzeyleri Belediye Gazinosu’nda ya da ‘Plaj Gazinosu’nda yemeye uygun değildi. Bütün hafta atölyelerde, fabrikalarda çalışıp yorulan, gecekondularda ya da konforsuz varoş apartmanlarında yaşayan bu insanlar elbette dinlenceyi hak ediyorlardı. (Yeter ki sağlıkla ve denizimizle kumsalımızı kirletmeden evlerine dönsünler ve yine gelsinlerdi !)
Silivri’deyse bütün hafta özveriyle çalışıp yorulan biri vardı: Dr. Cemal Kozanoğlu ! Yazın, özellikle hafta sonu Silivri’de cankurtaran sesinden geçilmezdi! Şimdi artık çok şükür İstanbullu konuklardan boğulanlar azaldı! ‘Güneş çarpması’na karşı da bilinçlenildi. Bir zamanlar Hükümet Tabibi, sonra -daha Devlet Hastanesi yoktu- Sağlık Merkezi’nin Baştabibi olan babamın hafta sonları yeterince dinlenemeyişinin bir nedeni de Silivri balıklarıydı: Adları ‘trakonya’, ‘horozbina’, ‘iskorpit’, ‘tırpana’ ya da ‘kurbağa balığı’ olan bu yaratıklar Silivri Koyu’nda kitleler halinde denize giren tatilcilere dikenlerini batırır ve onların şiş ayaklarıyla sekerek, topallayarak dertlerine deva aramalarına yol açardı. Bu “çarpan balıkların” artık görülmemesi, hastanelerdeki nöbetçi doktorların işini de epey kolaylaştırmış olmalı…
KK, 2011/12