Bu şehrin, son kuşlarıydık biz ve bizden sonraki nesil şu yazdıklarımı hiç bilmeden okuyacaklar ve eminim ki yaşama şansları da hiç olmayacak yaşadıkları bu çağda…
“Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler” diyeli kaç yıl geçti? İşte bu öykümüz de böyle çok yıllık bir öykü olarak kalacak belleğimizde…
Poseidon’nun çocuklarıydık ve aynı anda hepimiz Venüs’e aşıktık. Her akşam Venüs’ün dalgalarla olan dansını izlemek için denizin kenarında tıpkı martılar gibi dizilir mehtapta yıkanan Venüs’ü izlerdik elimizde şaraplar… Dionysos az sonra bizi yerden yere vurmasına rağmen hiç vazgeçmedik sevdamızdan…
O yıllar da arkadaş grubu kurmak ve bir grubun içinde olmak çok önemliydi ve çok eğlenceliydi. Grupların, özel ıslıklı çağrı kriptoları bile vardı. Her grubun idarecisi, yönlendiricisi, habercisi ve bir iki tane de akil ağabeyimiz mutlaka vardı…
Yaz tatillerinde yurt dışında okuyan ağabeylerimiz gelirdi. Onları dinlemek onlardan bir şeyler öğrenmek ne muazzam şeydi.
Ferit Ağabeyimiz gelirdi. Fransa’da Sorbonne Üniversitesinde okuyordu. O yıllarda Sorbonne’da okuyanlar Avrupa fatihi gibiydi gözümüzde. Kemal Ağabeyimiz, Almanya’da Türkoloji okuyordu. Genç insanın Avrupa görmüş hali başkaydı. Biraz özgüven, biraz hayal dünyası ve hiç teklemeden konuştukları yabancı dilleri, onları daha sevimli bir hale getiriyor ve daha yakın olmak istiyorduk. Onların, konuşmalarını merakla dinlerdik. Çalışmak için yurt dışına gidenlere benzemiyorlardı.
Onlar gelince işi gücü bırakır, birlikte zaman geçirmeye koşardık.
Ceplerde yirmişer lira para ile ancak çay içilir. Ferit Ağabey “Büyük düşünün” derdi. Büyük düşünürdük(!) O büyük düşünce konusunda kolektif düşünür sonra da üzerinde kolektif çalışırdık. Öncelikli olarak, ceplerimizdekileri bir araya getirirdik. yirmişer, otuzar liranın alım gücü hesaplanırdı. Bu paranın gideceği yer belliydi.
Büyük düşündüğümüz bir gece görev taksimatı yapmıştık. Ali Ağabey, Serdar Ağabey ve ben. Serdar Ağabey benden üç yaş büyüktü; aramızda topladığımız parayla 2 şişe rakı alabilmenin yollarını arayacaktı. O gece, ona öyle bir görev vermiştik. (Erken ayrıldı aramızdan ışıklarda uyusun) Ali Ağabey, çay bahçelerinin önüne çekilen karpuz arabasından karpuzu alacaktı. Çok fazla zorluğu yoktu bu alma işinin. Arabanın yanından geçerken elini uzatacak, hızla karpuzu alacak ve yürümeye devam edecekti. Taktiğimiz buydu! Ferit ağabeyimiz, sevk ve idareden hatta gecenin tümünden sorumlu idi. Zamanı ayarlayan ve start veren oydu. Her şeyden önce güven veriyordu. Benim görevim, manavlardan gerekli malzemeyi temin etmekti. Zor bir görevdi. Kendi başına yapamazsın. Saati vardı, alma şekli vardı, sırası vardı, hatta teşkilatı vardı o işin de…
Erden Yönet ağabeyimizin pazar yerinde bir kahvehanesi vardı. Gece geç saatlere kadar açık olur. O yıllarda, Polis teşkilatımızın gece bekçiliği kadrosu vardı. Gecenin içinde öten bekçi düdükleri çok meşhurdu o yıllarda. Sükûnet, emniyet ve huzur demekti. Uykumuzun arasında bir düdük sesi duyar, uykumuz daha da derinleşirdi. Huzur verirdi. Bu bekçi ağabeylerimiz, yaz akşamları, Erden Ağabeyin kahvehanede otururlar Fırınların çıkaracağı ilk sıcak ekmeği beklerlerdi.
Saat 22.30 sularında köyler için ekmek çıkar, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte arabayla dağıtım yapılırdı.
Saat dolmuş, Ferit Ağabeyim işareti vermiş, herkes görev yerine doğru yürümüştür. Bekçi Hüseyin Ağabeyi kollardım!.. Yerinden yavaşça doğrulur, bir iki adım atar, düdüğünü ağzına götürür ve keskin bir düdük sesiyle start alırdık… Eyleme geçme vaktiydi ve onun gideceği yöne doğru arkasından yavaşça takip ederdik. Pazar içinin girişinden, sol cenahtaki balıkçılardan itibaren takip ederseniz sıranın en sonunda Kaya Kardeşler Manavı vardı. Belki de Türkiye’nin en güzide manavlarından biriydi. Getirdiği meyveler, sebzeler dillere destandı. Seyirlikti adeta! “Ölü Bir Deniz” filminin birkaç sahnesi bile bu renk cümbüşü manavımızın önünde çekilmişti. Türkan Şoray’a suç mahallinde âşık olacaktım. Yani, anlayacağınız hayatımız film gibiydi işte!..
Gecemize dönersek; Bekçi Hüseyin Amca gelir, manavın önünde durur, etrafına bakınır ve yavaşçacık örtüyü kaldırır, gereksinimi kadar meyve ve sebzeyi poşete doldurmaya başlardı. Çok bir şey değildi o gece yiyecekleri kadardı hepsi ve onlar o pazar yerinin beklenmesi karşılığı olarak birkaç meyvenin alınmasına kendilerini inandırmışlardı! Ve mal sahipleri de bilirlerdi bu durumu. Tabi, ben de hemen yanına yaklaşır ve bir “kolay gelsin” çekerek, bizim de gece yiyeceğimiz kadar sebze ve meyveyi poşetimize doldururduk. Bizimki de göz hakkıydı. Kırk yılda bir diyerek inandırmıştık kendimizi…
Arada bir Hüseyin Amcanın uyarısı olurdu “Oğlum Lütfü, sırayı bozma sırasından al” diyerek dikkatimizi çekerdi. Ertesi gün sahipleri tarafından şikâyetçi olunmasın isterlerdi.
Bazen beş kişi bazen dört kişi olduğumuz gibi 6-7 kişiye kadar çıktığımızda çok olmuştur. 5 domates, birkaç biber, 5 şeftali bir salkım üzüm ya da bir avuç kiraz işimizi görürdü. Ayrılırken, Hüseyin Amca ile vedalaşır, selamlaşır, öyle ayrılırdık. Bazen torbayı kontrol eder, “Oğlum kaç kişisiniz siz, bu gece domatesi fazla almışın” gibi takılmalar yaşatırdı bize. Bazen de zeytincinin küfelerinden bir avuç zeytinle ödüllendirilirdik… Işıklarda uyusun…
Böyle bir akşamda bütün nevale düzülmüş, sahile inerken sol yanımda Ali Ağabeyi fark ettim. Motor arabasına yanaşmış karpuz seçiyor. Ama ne seçmek! Tam karşıdan, Ferit Ağabey kendisine sesleniyordu. “Bırak seçmeyi, al gel artık” diyor ama nafile Ali Ağabey duymuyor o karpuzu bırakıyor, diğer karpuzu alıyor, elinle çat çat vuruyor sonra bir diğerine geçiyordu…
Korkulan an geldi! En son hamlesi, karpuz yerine arabada yatmakta olan Karpuzların sahibi Yusuf Amcanın kafasını alıp, çat çat vurunca kızılca kıyamet koptu!
Karpuzcumuz Ali Paşaköyümüzden Yusuf Amcamız! Kafayı ustura ile kazıtmış, kafası büyükçe bir karpuz gibi parlıyordu.
“Bre ne vurursun kafama, kimsin sen, ne istersin” deyince, Ali Ağabey naif bir sesle “karpuz alacaktım” diyebildi. O sırada Ferit Ağabey olayın heyecanı ile “Kaaççç” diyebilmişti. Ali Ağabey durur mu bir ceylan gibi sıçradı ama sıçraması ile yola serilmesi bir oldu!.. 8.5 numara miyop gözlükleri de gözünden fırlamıştı. Onları mı arasın, kaçsın mı şaşırdı!
Ben Ferit Ağabeyime, işaretle “gözlüklerin düştüğü yeri gördüm siz gidin” dedim. Eğildim, gözlükleri aldım, cebime koydum ama camın biri kırılmıştı. Yusuf Amca rahat 200 kilo vardı. Arabadan inmedi bile söylenerek yattı yine…
O gece gülmekten konuşamadık. Durup durup gülüyorduk. Gece o kadar güzeldi ki. Venüs dalgaların arasından çıktı mı, yıkandı mı farkında bile değildik! Şayet çıkıp da bizim o halimizi gördüyse kesin bize gücenmiştir. Çünkü o gece Venüs’ten hiç bahsetmemiştik.
Bir ara söz ,Ali Ağabeyin kırılan gözlüklerine gelmişti. “Çerçevesi altın bunların” dediğin de gözlüğe bir başka bakmaya başlamıştık. Elden ele dolaşmaya başlamıştı gözlük çerçevesi. Bir anda Ali Ağabey’in aklına ertesi gün Ankara’ya gitmesi gerektiği ve okul kaydını yaptıracağı düştü. Altın çerçeveli tek camlı gözlüğünü elimizden kaptı ve karanlığın içinde kayboldu gitti. Az Sonra Serdar’da “İyi adamların yatma vaktidir” diyerek, yavaştan yol aldı.
Ferit, Mehtap, Venüs ve ben baş başa kalmış, birazdan mehtapta yıkanacak olan Venüs’ü izleyecektik!..
Biraz eskilere gitti Ferit Ağabeyim, “1967 senesinde Trakya’da ilk diskoteği ben açtım, Edirne’den, Çorlu’dan, Kumburgaz’dan müşterilerimiz vardı. Açılışımıza Kaymakam ve Garnizon Komutanı bile eşleri ile teşrif etmişlerdi.” Diyerek bir kahkaha attı. “Halk diskotek nedir bilmiyor ki o tarihlerde. Adını bile doğru dürüst telaffuz edemeyenler vardı. Çoğunluk Koskotek diyordu. Çok ünlü olmuştuk. Müşterisine istakoz ve pavurya ikram eden başka bir diskotek yoktur sanırım.” Parmağıyla mezbahanın açıklarını gösteriyordu. (Şimdiki Olta Balık restoranın açıkları) mezbahadan kan ve bağırsaklar denize atılır oraya da bu deniz canlıları hücum ederdi. Biz de küfelerden ıstakoz avlama tuzakları yapardık her gün 4-5 ıstakozumuz onlarca pavuryamız olurdu. Benim şehir dışında olduğum bir gecede yaktılar diskomuzu. İşte o yıl yurt dışına gitmeyi, yurt dışında okumayı koymuştum kafama”
Öyle de yaptı! Çekip gitmişti buralardan. Cebinde 85 İsviçre Frankı ile bir TIR’a atlayıp İtalya’ya gittiğini, Milano’dan, İsviçre’ye nasıl geçtiğini anlatıyordu.
Sabah olmuştu. Yavaştan toparlandık. Evlerimizin yolunu tutmuştuk.
O gece, o yazın, birlikte geçirdiğimiz o son gecesiydi…
Göçüyorduk, her birimiz. Kırlangıçlar misali, göçün son kuşlarıydık. Her birimiz bir yana giderken, sanki bir daha dönemeyecek olduğumuz o gençlik günlerimize veda ediyorduk. Bir daha da bir araya gelemedik zaten. Gerçekten göçüp gitmiştik…
Ali Ağabey Ankara’ya gitmişti. Serdar, İstanbul’da işe girmişti. Kemal ağabeyimiz Almanya’ya dönmüş, Ferit ağabeyim, son senesi için Fransa’ya dönüyordu. Vedalaşıyorduk, “Kasım da askerim” dedim. Mutlaka yazarım, dedi! Yazdı da 20 ay boyunca mektup yazdı bana…