Bugün, 14 Ağustos… Artık; kırk yedi yaşındayım, diyebilirim. Çocukluğu saymazsam, kocaman bir otuz iki yılı bitirmişim!
Parçalanacağını, erken fark ettiren bir ailenin çocuğu oldum. Çocukluk anılarımın içerisinde “mutlu” olarak tanımlayabileceğim çok az anım var, kalanı dram… Kimse tedirgin olmasın; bu yazı, o günleri anlatmak için yazılmıyor. Henüz değil! Ancak o yıllardan başlayarak bugünleri de biçimlendiren birkaç noktayı açacağım ve çocukluğumdan o kadar…
İlki ve belki de en önemlisi: babamızın umurunda değildik. Annemiz ise varsıllıktan eksikliğe düşmenin yabancılaşması içinde bulunduğu koşullara ve haliyle bu koşulların yarattığı ilişkilere öfke ve kin duyuyordu. Bu duygular onun dik durmasını sağlıyor olabilirdi ancak başka duygulardan eksik olan çocuklarına da aktarıyordu.
İkincisi; ne baba tarafının kabul ettiği, ne de anne tarafının sevgi beslediği çocuklardık. Sevgisiz, sahipsiz, kimsesiz! İlişkiler çıkarlara dayalıydı hep. Satılacak toprak, harmanda fındık, gelecek para… bunlar hem akrabalar arasındaki ilişkiyi değiştirir hem de bizlere karşı tavırları biçimlendirirdi. Genel olarak, “itilip kakılan türden çocuklar olduk demek” abesle iştigal olmaz. Bu iki anakronik sorunun etkisi ve yanlışlığının sorgulamaları ile gençliğe aktım.
Ortaokul yıllarının sonunda içimdeki en büyük arzu “bir üniversiteye gidebilmek” olarak şekilleniyordu. Sahipsizlik ve kimsesizlik dedim ya! Arkamdan itekleyecek hiç kimse ve hiçbir şeyin olmadığını biliyordum. Ancak çalışarak okuyabilirim…
Yolum, Ticaret Meslek Lisesi’ne düştü. Okulun yarattığı avantaj ile birkaç muhasebe bürosunda düşük ücretle de olsa, çalıştım. Kavgası ve tartışması hiç bitmeyecek olan yaşadığımız evin içerisine, kilitlenebilen ve kapağında kilit olan bir dolap ile bir çalışma masası uydurabildim. Haftalığımın kalanı ise “ev bütçesi”ne katkı oldu. Oysa; benim bu dolabın içine kitap, kitaplar koymam, üniversite sınavına hazırlanmam gerekiyordu. O yıllar da dershaneler moda… Ancak ne ben de öyle bir para var, ne de gönderecek birisi. Kendi başımı kendim kaşıyacağım. Çok fazla olmasa da; arkadaşlarımdan, çalıştığım yerlerdeki çevreden (sağolsunlar, beni sevmişlerdi…) üniversite hazırlık kitapları buldum, roman ve öykü kitapları da. Aç kurtlar gibi saldırdım onlara.
Hayatım boyunca giydiğim en güzel elbise, lise üçüncü sınıfta giydiğim elbiseydi… “Ev bütçesi”ne katkıdan tırtıklayarak, biriktirdiğim paralarla almıştım. Gri pantolon, lacivert metal düğmeli ceket, beyaz üzeri geniş aralıklı ince lacivert çizgili gömlek, lacivert ağırlıklı beyaz çizgili kravat, siyah bağcıklı ayakkabı! O yıldan sonra öyle güzel bir elbisem olmadı ya da elbiseyi önemsemedim, bilmiyorum.
İlk gençlikte, önceki sorulara, yoksunluk ve yoksulluğun nedenleri eklendi. Görebildiğimden daha büyük bir sorun vardı, anlayamıyordum ya da nedenleri anlamak için uzun yıllara ihtiyaç vardı. Bu arada, nasıl kardeş olunacağını öğrenmeyi de atlamış olduk ve ne acıdır ki, bugün hâlâ da öğrenmeye çalışıyoruz.
O güzel elbise ile gittiğim lise üçüncü sınıf bittiğinde üniversitenin kapısındaydım ama o kapıdan girip giremeyeceğimi bilemiyordum. Haklı çıktım, giremedim. Babamın, beni Gaziantep’e üniversiteye kayıta götürmesi benim için şoktu, belki de ona göre olan; orada çalışmakta olan yaşça büyük kuzenime beni ihale etmesiydi. Aşağıda yazdım, olmadı, geri döndüm.
Uzatmayalım… Kalan süreç, destek vermeyenlerin üniversitenin “hayal” oluğuna inandırma gayretiyle savaşma sürecidir. Çalışmadan okuyamama bilinci, beni İstanbul Üniversitesi’ne getirdi, çalıştım, okudum. Zor oldu, uzun oldu, çok da öğrenci gibi olmadı ama oldu!
Sevgisiz, sahipsiz, kimsesiz! Ve yaşam bu kadar zor olmamalıydı!
Parçalanmakta olan bir ailenin, kimsesizliğin, yoksunluk ve yoksulluğun nedenleri olmalıydı. İnsanlar yaşamından tabii ki sorumluydu, bu yaşamlara biçim verebilecek üst bir sorumlu daha olması gerekirdi. İşte bu sorgulama devlet denilen erkle tanışmama vesile oldu. Tarih ve toplum bilincine daha çok vardı, o zamanki soru ise şuydu: “Devlet, devlet olarak bizim hayatımızda neden yoktu?” Devletin, bizim hayatımıza nasıl girebiliğini ise öğrenciliğimin sonuna doğru dayak yiyerek öğrenmiştim.
1990 yılının üniversite yerleştirme sonuçları açıklandığında en başarısız ilin Hakkari olduğuna dair gazete haberini hatırlıyorum. O yıl, Hakkari’den sadece üç öğrenci üniversiteyi kazanabilmişti. Etrafım, “eski” Devrimci Yol’cu, “eski” Kurtuluş’çudan geçilmiyordu. Bunu sorduğumda, “devletin uygulamaları sebebiyle vs…” türünden cevap aldım, tatmin etmedi. Bu görünendi, görünmeyeni arıyordum.
Birilerine “güvenmenin” zorunluluğu insanın üzerinde çok büyük bir baskı aslında. Yaşamı anlayana kadar bu bir ön kabul. Bu ön kabulün yaşamına ne katabileceğini tecrübe biriktirdikçe anlıyorsun, baskı da burada gizli. Zaten çok az insana güvenip, çok az insana saygı duydum. Aile ve çevre ilişkilerden başlayıp, eğitim ve çalışma mücadelesinde ağırlığını duyduğum soruları önce güvendiğim insanlarla, sonra kitaplarla paylaştım. Okuduklarımı yaşamla sınamayı öğrendim. Az olan güven ve saygı daha da azaldı. Güven kaybı, inanç kaybı belki telafi edilebilir ama zaman kaybı asla! Bunun kimsesizliğe yaptığı etki çok fazla…
Sırtımda çok fazla yük olduğunu hissettim hep!
Çalışmalıydım! Çalışmazsam, aç kalacaktım.
Kafamda taşıdığım sorularım vardı, cevap bulmalıydım. Çok okumalıydım, konuşmalıydım, tartışmalıydım.
Tiyatro’ya hayrandım, izlemeliydim.
Okumak için çalışmak, çalışmak için yaptığım lise ve üniversite tercihi muhasebeci yaptı beni. Muhasebe’yi meslek olarak hiç sevmedim aslında. Yaşamım için zorunluluğunun her geçen gün artması bir yana, içerisindeki akış diyagramını algılamayı, neyin nereye varması gerektiğini kavramayı sevdim. Kayıt, Bilanço, Kar-Zarar… içerisinde kapitalizmi buldum. Sonra, onun, kapitalizmin kayıt sisteminin bir gereği olarak üretildiğini öğrendim. Önce; sürekli büyümek zorunda olan sermayenin, ne kadar zamanda ve ne kadar oranda büyüdüğünü belgelemeyi, doksanlı yılların bitiminde ne kadar zamanda ne kadar büyüyebileceğini tablolara aktarmayı öğrendik. Daha sonra “şu kadar zamanda, şu kadar büyüme” hedeflerini belirledik. Kapitalizmin içeriğinde iyi hizmetçilerden biri oluyordum. İyi hizmetçilik, “başarı” demekti, doksanlı yıllar bitmeden “Muhasebe Müdürü”ydüm.
“Başarı”, gelir düzeyini yükseltmek, demekti. Gelir düzeyinin yükselmesi; okumayı, tiyatroyu, çevreyi ve siyasi aktiviteyi getiriyordu. Hayatla sınanacak çok şey vardı ve “koşullar”ın ne olduğunu öğrendim.
Her bulduğum cevap, bende, başka bir insana doğru aktı, başka bir insanı aradı. “Devlet bizi eziyor!”dan gelen ezen ezilen ilişkisi, sömüren sömürülen ilişkisine evriliyordu. Sermaye bir “nefret” objesi oldu, kendisine hizmet ederken, nefret duygusunu aynı anda ve çok şiddetli yaşadım.
Fabrikalar, genişletilmiş iş bölümüyle daha küçük organizasyonlara bölünüyor, bütünsel organizasyonlarını bozmak istemeyenler organize sanayi bölgelerindeki toplama kamplarına aktarılıyordu. Çalışanları ezen mekanizmanın içinde bulunmanın iğrençliğindeydim. Yaptığım iş; ücretleri yüksek olan çalışanları bir vesile ile işten çıkarıp yerine daha düşük ücretli kişileri işe almak noktasına geldi. Kar oranlarını yüksek tutmak için çayın, kahvenin, yemeğin en adisini bulmak, mesai saatlerini uzatmak, çalışanlara kan kusturmak… Uzun mesai saatlerinde, çalışana en yüksek üretimi/hizmeti yaptıran idari hizmetlilerden biri olarak artı-değer teorisini pratikte çözdüm ya da kitaplarda okuduğumu yaşamda sınadım. Bunu anladığım günün gecesi, eşime, “bugün, artı-değer teorisinin ne olduğunu anladım, ben artık iflah olmam!” demiştim. Pratikte nasıl yürüdüğünü anlatmadan olur mu? Ondan sonra artı-değer sömürüsü, sohbet konularımızdan oldu.
Türkiye’de kapitalizmin neo-liberal uygulamalarının yerleşiminin sancılarını gördüm, hissettim. Bu kadar mı? Tabii ki, hayır! Birlikte çalıştığım insanlardaki “başarı” hırsının benden çok olduğunu görüm. Proje hırsızlıklarını, mesai arkadaşlarını gammazlamaları, takım arkadaşının sırtına basarak “takım lideri” olma çabalarını ve “takım lideri” olduktan sonra ise sırtına bastığı arkadaşlarını işten atmalarını… cinsiyetler arasındaki ilişkilerin dejenarasyonuna hiç girmiyorum! Hoşlanmıyorum.
Sadece çıkarın üzerine yaşam kurmak, para yığma çabası insandan kopmaktır. İnsanlar bu pistte yarış ediyorlardı. Dostluklarda bu birinci kıstas olma yoluna akıyordu, para biriktirebilen önce çevresini yeniliyordu.
Bilançoların dibindeki kâr, insanların emeğinden geliyordu ancak insanlar bunu fark edemiyordu. Bunun bir kültür sorunu olduğu sonucuna ulaştım. Fark etmemek için insanlıktan çıkmak gerekiyordu, bu da öğretilebilen bir şeydi.
Çalışmanın iki biçimi öne çıktı: Birincisi, özensizlik, plansızlık ve dikkatsizlikle somutlanıyordu. İş yapmış olmak için iş yapmak. Sermayenin asalaklığı insanlara bulaşıyordu. Diğeri, daha fazla para kazanmak için her yolu mubah saymak ki bu da kapitalizmin ahlaksızlığının yaygınlaşması anlamına geliyordu. Kendisine “sosyalist”, “devrimci” diyen, zaman zaman “yoldaş” statüsüne gelen işverenlerin, yöneticilerin ya da çalışanların bile bu düzenden payına düşeni aldıklarını gördüm.
Kapitalizm, bir ülkede insanı bozarak kurumsallaşıyor. Önce parası olanları, sonra da çalışanları! Yıllar sonra para hırsının, egoların, aile ve akrabalık ilişkilerini parçaladığını öğrendim. Köylü aklı ve mülkiyet açlığının da buradan kaynak aldığını anladım. Ailemin ve sülalemin “örnek” statüsünde paramparça olması normal sonuçmuş aslında. Bize düşen de çocukluk travmaları, en azından öfke!
Muhasebe işini “yapmamak” için çok çabaladım… Hayata çok geriden başlayıp, sürekli depar atarak bir yerlere ulaşmaya çalışan insanlar için bunun zor olduğunu gördüm. Yeni iş, yeni gereklilikler demekti ve geçmişte sırtına alarak taşıdığın “kimsesizlik” burada da ana aktör oluyordu.
Üniversiteye geldiğim yıldı, Aziz Nesin’in Beyoğlu’nda Cem Yayınevi’nde çalıştığını öğrenmiştim. Yayınevini aradım. Aziz Nesin’in haftada bir-iki kez uğradığını, odası olduğunu ve bulmamın tesadüfe bağlı oluğunu öğrendim. Ağırlıklı ortalama da belirlediğimiz bir gün oraya gittim. Kendisi ile tanışmak ve çırağı olmaktı amacım… bulamadım. Bir daha da gidemedim. Belki de çıtayı çok yüksek tuttum ama bu benim en güzel hatamdı.
Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine göre; alan açıldığı her durumda yayınevlerine mailler attım, cv gönderdim. Artık CV’de uyum sağlamıyordu. Kimseye derdimi anlatamadım ya da benim yakalamak istediğim ilişkiler biçim değişmişti.
Birilerini örnek almak da yük oldu, benim için… Galiba insan olma süreci bir tür yük alma işi!
Çocukluğumda; kuzenim benim için örnekti. Devrimci bir geçmişi vardı. Gerçi, benim yaş kuşağımda olup, Ordu’da büyüyen çocukların mahalleleri “eski” devrimcilerle doludur. Hepsine hayransınızdır, ancak birisi farklıdır. İşte o; Gaziantep’te çalışan kuzenimdi. Sartre, Camus ve Freud’u o okuttu bana. İstanbul’a üniversiteye gelirken, onun kitaplığından 3 tane kitap (Yalçın Küçük, Bertold Brecht ve Karl Marx) çaldım. Hırsızlık, ihtiyaç duyduğun şeyin yasa dışı ele geçirilmesidir. İhtiyaçlar ise senin niteliğindir.
Devrimci Yolcu “abiler”, bir “geleneğin” temsilcileriydiler ama kuzenimin eski Kurtuluş’çu, Kurtuluşçu’ların teorik düzeylerinin de daha iyi olduğunu öğrendiğim zaman “kuzenimin birikimine sahip olmalıyım” demiştim. Onların koşullarda öğrendikleri ve yaptıkları, benim sırtıma yeni bir yük olarak yerleşti. Okumak, pratikte sınamak, tecrübe etmek… yoruldum, yıprandım, o yükü taşıdım, aştım.
Aydemir Güler’i tanıdığımda 2010’lu yıllar işliyordu. Şimdi, örnek o. Aşmak için yakalayabilmek lazım önce ve kalan yıllar yeter mi, onu bilmiyorum. Bu kez “eşitsiz gelişim yasası”nın getirdiği makas, epeyce açık… Bir konuşmamızda kendisine “geçmişin eksiklerini tamamlamak istiyorum” demiştim. Bu saatten sonra zor olduğunun da farkındayım. Aydemir Güler’in Kasım 1986’da GELENEK dergisine bu konuda yazdığı makalesinden (o tarihte henüz 25 yaşında ve aradaki makası anlayabilirsiniz) bir alıntı yapmak istiyorum:
“Türkiye sol literatüründe eşitsiz gelişim yasası hem bilinen, hem bilinmeyen kavramlardan biri. Çoğu zaman iktisat nesnelliğinde kapitalist anarşi olgusuna, siyasete bakıldığında ise tek ve görece geri bir ülkede yaşanan ilk sosyalist devrime indirgenerek düşünülüyor. Yasanın kapitalist toplumun bir anlamda iç dinamiğini yansıttığı fikri pek ilgi çekmiyor. Oysa eşitsiz gelişim yasası objektif süreçlerin dinamiklerini yansıtmakla da kalmıyor. Bilimde ve politikada, insan düşünce ve eyleminin zenginlik ve işlevsellik kazanması için güçlü bir analiz aracı olarak da karşımıza çıkıyor. Her yönden ele alınması mümkün: İktisadi ilişkilerde, kültür ve sanatta, bilim tarihinde, sosyal sınıfların kendi içlerinde ve karşılıklı ilişkilerinde, politik düşünce ve eylem alanlarında…”
Eşitsiz gelişim yasası, sadece kapitalist ilişkileri değil, kapitalizmin hakim olduğu insan ilişkilerini de biçimlendiriyorsa, eşitsiz gelişimin gereği olarak en gerilerden gelip, sürekli sıçramaları gelişim göstererek çok şeyi aşabilmenin meşakkatli bir iş olduğunu öğrendim. Yoksunluk ve yoksulluk ya da kimsesizlik ilişkilerinin nedenlerinin cevabı burada gizliydi. 1990 yılında Hakkari ili üniversiteye üç kişi gönderdiğinde bizim mahalle yaklaşık yirmi kişiyi üniversiteye göndermişti. Onlardan bir tanesi bendim, “babamın ihalesi” sonucu parasızlıktan okulu bırakıp, eve kuzenimin satın aldığı biletle ve onun gözetiminde dönebilmiştim.
İnsanlarda da sınadım. Bu ülkenin yeni Aziz Nesin’i olabilecekken Silivri’den kopabilecek “uygunluğu” yakalayamayan yerel gazeteci Lütfü Abi, bir mobilya mağazasında ürün satmaya çalışarak ancak ve 65 yaşında emekli olabilen Şükrü Abi, ülkenin doğusunda sıtma hastalığı ile devlet adına savaşmaya gidebilen, bugünlerde bir iş güvenliği firmasının hekim olmayan patronundan maaşını alamayan Doktor Özdoğan… eşitsiz gelişim yasasının olumsuz bölmesindekilerdendir.
Çok geriden girdiğim yaşamla sınanma mücadelesinin “öğreticilik” dışında pek iyi bir yanı bulunmuyor. Bir adım ileri iki adım geri ya da tersi ilerlemelerle, bunların yarattığı içsel gerilimlerle yürüdüğüm yolda, gel-gitlerin, öfke ve iç çekişlerin, isyan ve göz yaşlarının, haykırış ve sessizliklerin duygu sağanağı içerisinde ümitten düştüğüm anlar da oldu. İşte o zaman eşimin yüzüne baktım. Katıksız sevgiye, güzelliğe, masumiyete, huzura ve erdeme baktım, her şeye karşı inançlarım tazelendi. Umuda, insana, tarihe ve topluma, sosyalizme… Kimsesizliğin nasıl bir şey olduğunu, insanın toplumsal bir varlık olduğu tezini kavradım. Eşim, bugünkü ilk doğum günü hediyem olsun.
Yüzüne baktığımda, geleceğin daha insan ve aydınlık olacağına inandığım, oğlum, ikinci doğum günü hediyem olsun.
Doksanlı yıllarda; kahvede yapılan sohbetlere takıntılıydım. Kağıt oyunlarını bitirenler, ülke ekonomisini tartışırlar, ülkeye başbakan olma iddialarını “ben olsam… “ diye ortaya koyarlardı. Bu tartışmaların bir yere kadar iyi olduğu bile düşünülebilirdi. Ben, başka yerden bakıyordum: Bu insanlar okumuyor, tiyatro izlemiyor, televizyona bağımlı ve genel toplumsal tutum hangi seviyedeyse o seviyedeler… nasıl oluyor da söylediklerinden bu kadar emin olabiliyorlardı? O kültür her yeri sardı. Bilmediğini düşündüğünüz insanlarla bir arada olmanın ne kadar zor olduğunu bilebilir misiniz?
Geçirdiğim bu otuz iki yılın azımsanmayacak bir süresinde okudum, iyi de okuduğumu düşünüyorum. Tüm bu okuduklarımdan öğrendiğim bir şey var ki bu da üçüncü doğum günü hediyem olsun: “Neredeyse, hiçbir şey bilmiyorum!”
İçerisine doğum günü hediyelerinin serpiştirilmesi, yazının doğum günümde yazılmış olmasındandır. Asıl olansa; bu yazının, içine yaşam dolacak bir kitabın kapağını açıyor olmasıdır.
Hakan Aydın
hh_aydin@hotmail.com