Ekim Devrimi’nin üzerinden yüz yıl, Sovyetler Birliği’nin yıkılışının üzerinden ise 27 yıl geçmiş…
İnsanlığın belirli bir bölümünün, tarih boyunca ulaşabildiği en yüksek aşamadan geriye yuvarlanarak, “insan olmaya dair” elde ettiği tüm kazanımlarını yitirdiği, nihayetinde kapitalizme teslim olduğu gerçeği elbet birilerini mutlu etmiştir. Kapitalizm’in vazgeçilemez, yenilemez ya da alternatifsiz bir sistem olduğunu savunanlar bir yana, Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra sosyalizmden vazgeçenler ile Sovyetler Birliği’nde sürekli eksiklik arayanlara, geçtiğimiz 27 yılda kapitalizmin neyi başardığını yeniden ve yeniden sormak gerekiyor!
Ekim Devrimi’ni savunanların azımsanamayacak bir kısmının “başka bir dünya” düşüncesinden vazgeçtiği, altyapısız bir “demokrasi” mücadelesi içerisinde 27 yıldır Sovyetler Birliği’ne hakaret ettiği, “özgürlükçü sosyalizm” adı altında İşçi Devleti’ni reddettiği kapitalizm yıllarında bizim öncelikli işimiz, bunlara ikna olmamaktır.
Çeyrek yüz yıldır, Sovyetler Birliği’nin “ne olmadığı” anlatılırken, kapitalizm, üretimde, yönetim ile uygulamayı ayrıştırmış, kol emeği (mavi yaka) ile kafa emeği (beyaz yaka) ilişkilerini parçalamış, her ikisinin de birbirinden ayrı işlemler grubu olarak kabul edilmesini sağlamıştı. Buradan çıkan sonuç, birisinin vazgeçilmez bir şekilde elle, ötekinin ise kafasıyla çalıştığı iki insan tipinin yaratılmasıydı.
Bağlı olarak, işçi sınıfı “küçültülmüş”, tarifi değiştirilmişti. Yani, sadece kol emeğinin işçi sınıfını oluşturduğu iddiası genel kabul görür durumdayken kapitalizm durmuyordu. Genişletilmiş iş bölümü ile bir ürünün herhangi bir yerine dokunmakla görevli “çalışanlar” oluşturarak, “işçi sınıfı” olarak tarif ettiği bölümü de parçalıyordu. Kol emeği içerisinde çeşitli işçi grupları, statüleri belirlenmiş işçi katmanları oluşturulmuş, bu yöntem ile iş birimlerine, proje gruplarına ya da takımlara kadar ayrışan emek, “görece” birbirinden uzaklaştırılıyordu.
Beyaz yaka olarak tarif edilen kafa emekçileri ile neo-liberalizmin yükselen yıldızı “hizmet” sektörüne bağlı emek grupları da benzeri uygulama ile parçalanıyordu.
Bu parçalanmayı, yeni bir ücret sistemi ile güçlendirmek üzere; en altta bulunan çalışandan, en üsttekine doğru gidildikçe artış gösterecek şekilde ücret çizelgesi oluşturulmuştu. Aşağıda çok sayıda, yukarıda ise az sayıda çalışan olduğu düşünülürse, durum sömürü sistemine uygundur! Yani, üretenler düşük ücret, yönetenler yüksek ücret almaktadır. Bu işleyişin sağlıklı yürümesini sağlamak ise “insan kaynakları” adı verilen başka bir iş biriminin görev alanındadır. En yüksek üretimi en az sayıda çalışan ile yapmak, çalışanları en düşük ücret ile en uzun mesai saatlerinde çalıştırmak konusunda yeni yöntemler aramak ve sermaye tarafından onaylanan yöntemi ise “performans” adı altında uygulatmak, “insan kaynakları yönetimi” olarak tanımlanmıştı.
Sermayenin “az sayıda çalışan” politikası ile birlikte köylerden sürüklenerek şehrin sokaklarına sürülen “yedek” iş gücü, çalışmanın ve ücret pazarlıklarının tehdit unsuru haline getirilmişti. Artık ücretler “aslanın ağzındadır”, terfiler “yönetimin belirlediği hedefler uyarıncadır”, bir iş bulabilmek, bulunan işte çalışabilmek sermayenin “gözüne girerek” mümkündür.
Yeter mi? Yetmiyor! Bir iş bulup, çalışma şansı yakalayanların ücretine bir ortak daha oluşturuldu: Taşeron Şirket! Sermaye, işçiye ödeyeceği ücreti taşerona, taşeron ise kendi payını kestikten sonra kalanı çalışana vermekte, böylece sermaye “işçi hakları” yükünden kurtulmaktadır. Sermaye; üreten, depolayan, taşıyan, evrakını düzenleyen, bilgisayara kaydeden, vitrine yerleştiren, satışını yapan işçileri, “azaltılması” gereken maliyet kalemi olarak görmektedir.
Emek sınıfı içerisindeki birim, bölüm ve katmanların tüketim düzeyleri (eğitim, kültür, sağlık vb. dahil), işgücü üretim düzeyine bağlıdır ve ücretler işgücü üretimine karşılık gelmediğinden, bankalara borçlanma yoluyla kendilerine “ekonomik destek” sunulmaktadır. Geçinemeyen çalışan, çalışmasının karşılığında sermayenin diğer dükkanından borç para almaktadır.
Sonuç olarak Kapitalizm, tabanda olabildiğince geniş ama ilişkisiz, tavanda ise dar bir piramit şeklinde çalışma sistemi, tam tersi şekillenen bir ücret sistemi ve bu işleyişe uygun, borçlanmaya dayalı bir tüketim kültürü oluşturmuştur. Kurduğu bu yapı ile doğayı, yer altı ve yerüstü kaynakları talan ederek üretim yapmaktadır. Bu üretim tarzı, kârı ve sermayeyi büyütmekte, “özgür” köle biriktirmekte ve en önemlisi, işini kaybetmemek için susan, toplumsal sorunlara duyarsız, zam ya da terfi alabilmek için mesai arkadaşlarına sırtını çeviren, “insanlıktan çıkmış” çalışanlar sürüsü yaratmaya çalışmaktadır. Bugün, kapitalizm rakipsiz (mi)dir!
Kapitalizm’in ücret düzeyinin ve çalışan tüketim düzeylerinin görece yüksek dolayısıyla sermayenin, daha az kar ettiği yılların olduğu ve bu sistemin düzelebileceğini iddia edenler olacaktır. İşin gerçeği, emek sınıfının o zamanlar biraz daha rahat olmasının sebebi sermayenin daha yumuşak ya da sendikal mücadelenin daha güçlü olması değil, “Sovyetler Birliği korkusu”dur: Komünizm gelebilir! Öte yandan, bugün kapitalizm bu kadar pervasız, sermaye bu kadar acımasızsa, yani kendi doğasının gereğini yapabiliyorsa, bunun birinci nedeni Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıdır.
Kapitalizmin yaptığı “sınıf mühendisliği”ne rağmen; yakasının rengine, elbisesinin cinsine, çalıştığı yerin plaza, ofis, hastane, fabrika, atölye, çiftlik ya da tarla olup olmadığına bakılmaksızın emekçiler her yerdedir. Bir ücret karşılığı çalışan, aldığı ücret ve alabildiği ek haklar ile kendisinin ve/veya ailesinin geçimini sağlamaya çalışan, işi ve geleceği sermaye şirketlerinin iki dudağı arasında bulunan her çalışan, ‘işçi’dir. İşçi sınıfı hala vardır, ortadadır. Sınıf olduğunun, sınıf olmasından kaynaklanan gücünün farkına varabilmesi ancak partili mücadeleye katılması ile mümkündür. Bu parçalanmışlığı sendikal mücadele toplayamaz! İşçi sınıfı, geleceğini ancak “sınıfının partisi” üzerinden, Sovyetler Birliği deneyimine ve sosyalizme baktığında görebilir.
Üretim ilişkilerinin mevcut niteliği, üretim araçlarına sermayenin sahip olması yüzündendir. Ne yapılırsa yapılsın, sermayenin doyurulamayacağı ortadadır ve işçi sınıfının mevcut üretim ilişkilerini değiştirmesinin zamanı gelmiştir.
Üretim araçlarını kişilerin mülkiyetinden çıkarıp kamunun mülkiyetine geçirmeden, işçi sınıfının denetimine teslim etmeden üretim ilişkilerinin tamamen değişmiş sayılmayacağı ortadadır. Dolayısıyla, işçi sınıfı üretim araçlarını aşağıdan yukarı kullanmak, üretim biçimi ve miktarı üzerinde denetimini sağlamak zorundadır.
Üretim ile işçi sınıfının, işçi sınıfı ile yönetenlerin arasındaki bürokrasiyi ortadan kaldırarak, kendi yöneticilerini seçmek ve gerektiğinde geri almanın alt yapısını kurmalıdır. Üretim üniteleri (fabrika, atölye, şehir ya da tarım işletmeleri) düzeyinde çalışanlar hem merkezi olarak hazırlanan planlara hem de bu planların denetimine dahil olmalıdırlar. Kendi geleceklerini kurmalı, insanlığın geleceğini kurtarmalıdırlar.
Zor mu? Evet…
Marksizm, toplumsal düzendeki köklü değişiklikleri tarihe bakarak yorumlamıştır. Tarihteki insanı, insan ilişkilerini almış, üretim ilişkilerini gözlemlemiş ve bilimsel bir tarife sokarak, başka bir deyişle “ayaklarının üzerine bastırarak” daha yüksek bir aşamaya taşımıştır. Peki bu kadar mı? Marksizm, aynı zamanda insan olmanın uzun soluklu mücadelesinin de çağrısıdır. O halde bugün, kapitalizm işçi sınıfını köleleştirirken, -yetmedi- üzerinde tepinirken, dönüp Sovyetler Birliği’ne bakmamak aklın kabul edebileceği bir durum mudur?
Sovyetler Birliği’nin işçi sınıfı adına yapabildikleri, insanlık adına başarabildikleri göstermiştir: Sosyalizm mümkündür!
Hakan Aydın