Sol’un içerisinde, “toplumu radikal bir şekilde değiştirmek” umudunun altını oymak için çabalayan birçok görüş ortalığa saçılmış durumda!
Piyasa ekonomisi olmaksızın ülkenin gelişemeyeceği, üretim araçlarının kamulaştırılmasının bürokrasiyi zenginleştireceği ya da hükümetlere “arpalıklar” yaratacağı, “hür teşebbüsün” başka bir ifadeyle ticaretin olmadığı bir özgürlüğün, özgürlük ve eşitlik ilkelerini örseleyeceğini içeren görüşler, sol adına, demokrasi adına topluma yutturulmaya çalışılıyor!
İvmesini buradan alan ve yakın tarihte “yeni dünya düzeni”, şimdilerde “küreselleşme” adıyla toplumlara pazarlanan kapitalizm; sermayenin dünyanın her yerine yatırım yapma hakkını, gümrük engellerinin kaldırılmasının gerekliliğini, ticaretin yoğunlaştırılması yoluyla bütün ülkelerin ekonomik bağlarının güçlendirilmesini özgürlük kavramının içerisine dahil ediyor, bu özgürlüğün Dünya Bankası, Uluslar arası Para Fonu (IMF), Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslar arası sermaye örgütleri ile onların yereldeki uzantılarının denetimine açık olması gerektiğini söylüyor.
Bu “özgürlüğün”, geliştikçe/yerleştikçe parlamentolar dahil kamu yaşamına ait tüm örgütleri gerilettiğini, sivil toplumu baskıladığını ya da biçimlendirdiğini, çevreyi, yer altı ve yer üstü kaynakları yağmaladığını, eşitsizlikleri derinleştirdiğini ve kitlesel yoksulluk ile işsizliği (yedek iş gücü olarak tanımlanır!) artırdığını ise söylemiyorlar! Aksine; sermayenin gelişmesi, kalkınmanın ana unsuru olarak kabul edildiğinden, normalleştiriliyor!
Bilim ve iletişimdeki gelişim ile teknoloji alanına sıkıştırdığı toplumu parçalara ayırarak, internet ekonomisinin gelişmesini küreselleşmenin parçası sayarak, toplumları “ürün satılabilir” bir model altında toplamak adına, bir ağın içerisinde başkalaşmaya ittiğini ise tamamen görmezden geliyorlar! Aslında, bu durum, modern devletin ve yurttaşlığın tasfiyesine çıkmaktadır!
Bu “özgürlüğe” Liberalizm diyoruz: Bütün iktidar piyasalarındır!
Dünyamız ve insanlık ele geçiriliyor! Eşitsizlikler derinleşiyor!
Her yıl daha fazla zenginlik üreten dünyamızda yoksulların sayısı sürekli artıyor. Dünyanın en zengin ülkesi ABD’de nüfusun yarısı, ikinci büyük ticaret gücü Avrupa Birliği’nde nüfusun 1/3’ü, Türkiye nüfusunun yarısı yoksulluk içerisinde yaşıyor. Dünyanın en zengin bin kişisinin serveti, dünya nüfusunun yarısının toplam servetini aşmış durumdayken Türkiye’de de durum farklı değil.
Üretimde, makineleşme ile birlikte yoğunlaşmış emek gücünün önü kesilmiş, geçici/dönemsel çalışma sözleşmelerine dayalı çalışma getirilmiş ve kırk yaş üzeri çalışanlar üretimden dışlanmış durumdadır. Göçmen emeği ve çocuk emeği kullanımı yaygınlaştırılmaya çalışılırken, (neredeyse) metal ve otomotiv sektörleri dışında kalifiye işçi çalıştırılması sonlandırılıyor. Teknolojik gelişim ile özgür üretim ekonomisi değil, ucuz emek gücü ekonomisi büyütülerek, emek sömürüsünün yoğunluğu artırılıyor. Yani, çalışma şansı bulan emekçilerin sermayeye bağımlılığı büyütüldükçe, ücretler azaltılıyor.
Kapitalizm yoksullaştırırken, sosyal çürüme ve işsizliği birlikte yükseltiyor, teknolojik yoğunluk sebebiyle emek dünyasından birçok mesleği tasfiye ediyor.
“Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!” temel sloganı ile sermayeye dolayısıyla kapitalizme sınırsız bir özgürlük alanı yaratılıyor. Ve sermaye, dünyanın her yerinde işçi sınıfı ve emekçi kitleleri gerektiğinde emperyalist müdahale yöntemlerini de kullanarak “eze eze sömürüyor”!
Sermaye sınıfı, kendisini devirebilecek tek sınıfı, işçi sınıfını açlıkla, korkuyla terbiye etmeye çalışıyor!
Liberalizmin özü budur! Ve dünya sistemi niteliğini geliştirdikçe kaçınılmaz olarak daha sert ve daha acımasız olacak!
Dünyanın içerisinde bulunduğu durum bu kadar açık haldeyken; işçi sınıfı değişimin öncüsü olma rolünü neden üstlenemiyor? diye düşünüyoruz…
Birincisi; sermaye, dev boyutları ile sürekli yeniden yapılanma içerisinde gelişiyor, iş bölümünün niteliğini sürekli olarak yeniden biçimlendiriyor ve emek dünyasının örgütlü hareket etme yeteneğini buradan kırmaya çalışıyor. Kaldı ki; kapitalizmin en gelişkin aşaması, işçi örgütlülüğünün en geri aşamasıdır. Öte yandan, toplumsal kırılganlığında da eşiğine gelinmiştir!
İkincisi ve en önemlisi; sermaye, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa Sosyalizmi sonrası topluma sürülen “sosyalizm öldü!” propagandasının sol (sosyal demokrasi) tarafından yapılmasının üzerinde özel olarak duruyor!
Liberalizme karşı mücadele, “yeni bir toplum” için mücadeleye çevrilmedikçe, işçi sınıfı mücadelesi haline getirilmedikçe açlık/yoksulluk/barbarlık kaçınılmazdır. Bundan daha kötüsü, sosyalizm fikrinin itibarsızlaştırılması, sosyalizmin yerini sosyal demokrasi gibi gerici ideolojilere terk etme kültürü… liberalizmin güçlendirilmesinden başka bir yere götürmeyeceği gerçeğidir.
Bunun kırılması gerekiyor!
90’lı yıllarının başında Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa sosyalist ülkelerinin yıkılması, bazı ahmakları “Marx öldü!” diye bağırmaya yönlendirmişti. Aynı ahmaklar, çeyrek yüzyıl sonra “daha insanca bir dünya”ya sosyal demokrasi ile ulaşılabileceğinden bahsediyorlar…
Daha insanca bir dünya özlemi taşıyorsak, içinde bulunduğumuz dünyayı değiştirmemiz, liberalizmden kurtarmamız gerekiyor. Bunun içinde, -öncelikle- “toplumu radikal bir şekilde değiştirmek” umudunun altını oymaktan vazgeçmek gerekiyor!
Anlayın, yol haritası burada… Marx, yaşıyor!
Hakan Aydın
22.05.2019