Deliliğine deliydi, bir o kadar da çirkin bir fiziki yapısı vardı. Piri Mehmet Paşa Camisini mesken tutmuştu! Caminin hemen arkasında, limana inen yolun üzerinde iki katlı ahşap bir ev vardı. Emekli bir albayımız kalırdı. Kimseyle konuşmaz, fazla dışarı çıkmaz, evinin penceresinde oturur dışarı seyrederdi. Nasıl olduysa, Rıfat’ı yanına almış, beraber kalıyorlardı. Akşamüstü olunca, her ikisi de evin birer penceresine oturarak, su bardağına koydukları çaylarını içerlerdi. Çok geçmeden, Albay ayrıldı aramızdan! Yakınları geldi, cenazeyi defin edip, kapıya da kilidi vurup gittiler… Rıfat sokaktaydı artık…
O Çarşı esnafının bütün dükkanları onun sayılırdı. Sorgusuz, sualsiz dükkândan içeri dalar, gider çöp kutusunu alır, boşaltır, dükkânın önünü süpürür, çıkarken ağzına bir şeyler atar çıkardı. Kahvehanelere girer, masalardaki bütün küllükleri boşaltır, sandalyeleri düzeltir, canı ne çektiyse gider alır içerdi. Burada, en önemli ayrıntı; ne dükkân sahibinin bir ikramını kabul eder, ne de bir başkasının ikramını!.. Örneğin; canı gazoz çekti değil mi? Gazozu kasasından gider kendi alır, açacağı da kendi alır, açar içerdi! Diyelim ki kahvehane sahibi, “Al şu gazozu iç, deyip şişeyi hem de kendi gözünün önünde açıp vermesine rağmen kabul etmez, sinir krizleri geçirir “Beni öldüreceksiniz, zehirleyeceksiniz, annem dediydi işte, dediydi işte,” diyerek parmaklarını ısırarak çıkar, giderdi… Kini tutmaz, asla küsmezdi. “Tamam hadi gel buraya, kendin al, iç… Dediklerinde gider alır, açar içerdi! Sandalye üstünde oturmazdı. Ya boş gazoz şişelerinin kasalarına oturur ya da bir taburenin üstüne ilişirdi. Kimisine göre Ermeni, kimisine göre Süryani idi! Lakin, Türkçeyi bütün dilbilgisi kuralarına göre konuşurdu. Sinirlendirmemeye özen gösterip, sorduklarında; “Nereliydiniz siz?..” dediklerinde, küfürle cevap verir; “annem dediydi, bunu soracaklarını…” diyerek, kaçardı hemen! Bazen de konuşmaları dinlerken birden konuya girer “Oğlum, annem Kastamonu sancağının beyinin kızıymış, karşı Kadıköy’e kadar bizimmiş her yer. Babam çok zenginmiş, o da buralıymış ama saklanıyor benden…” Nereden gelmişti, kime gelmişti! Bilemezdik. Ne kadar kazma kürek işi varsa onundu. O yıllarda şehrin henüz kanalizasyon sistemi yoktu! Herkesin fosseptik çukuru vardı. Kimi dolar, kimi tıkanırdı. Belediyenin vidanjörü bile yoktu. Eşeklerin katırların çektiği arabalara fıçılarla yüklerler harmanlığa dökerlerdi. İşte gerek resmiyette gerekse özelde, tek doldur boşalt yapan eller, Rıfat’ın elleriydi!.. Naylon bir tulum verirler, çukurlara girer, çıkar Rıfat! Yaklaşık bir 10 yıl tanıdım Rıfat’ı!.. Hep o kadife pantolon ve rengi belli olmayan bir boğazlı kazakla geçti ömrü! Annesine çok düşkündü! Ne zaman böyle olmuştu. Belli ki iyi bir eğitim almış, güzel okullarda okumuştu! Konuşurken, yalanını yakaladığını ya da bir konu hakkında bilgisi olmadan ahkam keseni bulduğunda yandı o insan!.. Ayağa kalkar, o kişiyi oradan kovmaya çalışırdı.
Zengin baba kimdi, Kastamonu sancağı nere, Silivri nere?..
Belediyemiz, bir ara kendisine göz kulak olmak istedi, sırtına sarı bir yağmurluk geçirdiler, bir süpürge birde kürek verdiler eline, git çarşıyı süpür dediler… Keşke demeseydiler!..
Süpürmek de ne süpürmek ama! Çarşının ortasını bal dök yala… Süpürdüğü yerlerden insanları geçirmez oldu! İnsanlara, patika gibi bir geçit alanı bırakmış, nereden uydurduysa bir düdük ağzında bütün gün insanları yönlendiriyor o patikaya! İnsanlar, ilk önceleri oyuna iştirak eder gibi oldular ama fazla da dayanamadılar. Bir iki gün tamamdı da sonrası çekilecek gibi değildi!
Köy otobüsleri, o yıllarda çarşı meydanında, hancının dükkân önünde park ediyorlar… Rıfat, yolcuları çarşıya indirmemeye ant içmiş; bir gün zabıta çavuşu, olaya el koyup, çarşının ortasında Rıfat’ın işine son vermeye kalkmaz mı?
“Buraya kadar Rıfat, üzerine zimmetli devlet malını teslim et ve işi bırak git!” dediğinde, Rıfat’ı oracıkta vursaydı, daha iyiydi!
Rıfat utançla etrafına bakındı, susuyor, bozarıyor gülmeye çalışıyor ama Zabıta çavuşu hadi sallanma çıkar üstünü başını al süpürgeni ve küreğini doğru belediye git teslim et” sözleri yetmişti Rıfat’ı delirtmeye, Ellerini ısırmaya başladığın da zabıta çavuşu işe uyanamamış, Rıfat’a ısrarla ne yapması gerektiğini söylüyordu. Birden, sırtındaki naylon yağmurluğu yere vurdu sonra küreği de bir güzel yere çarptı, elindeki süpürgeyi de zabıta çavuşun kafasına indirmez mi. Önde zabıta çavuşu, arkada Rıfat çarşıyı dört dönüyorlar. Esnaf yetişti de Rıfat’ı zorla ikna ettiler. Sakinleşmesi için herkes iş teklif ediyordu.
“Senin burada gül gibi işin vardı, ne işin var senin resmiyette” diyerek, teselli ediyorlar. Rıfat’ın davudi sesiyle ettiği küfürler çarşıdan, yakın mahallelere kadar yankılanıyordu.
Çoğa varmamıştı, belediye vidanjör almış, Rıfat’ın fosseptik işi de sona ermişti. Bu durum milletin ağzına pelesenk olmuştu. Rıfat’ı kızdırmaya malzeme çıkmıştı.
“Bu Belediyenin senden istediği ne?” diyorlar ama o da aksine çok mantıklı cevaplar veriyor bir tepki göstermiyordu. “Olması gerekeni yaptılar” diyordu.
Camideki Deli Hoca da bunu atmıştı. “Şarap içiyor, gece yattığın da her yer şarap kokuyor, böyle mübarek yerde barınamaz” diyerek, koymuştu kapının önüne! Birkaç gün Hancı’nın dükkân önünde oturdu. Birkaç gün Kızıltanların fırın önünde… Her gün “Vay anam vay!” diye, bağırıyor, Yüksek sesle gelen geçeni selamlıyor para vermeleri için taciz ediyordu. Sonun da postanenin yanındaki tuvaletlere Kör Hasan’ın yanına kapılandı. Beraberce geliyor, beraberce gidiyorlardı. Nedense orada da Fazla tutunamadı! Hasan mı, yol vermişti. Romanlar mı çekemediler o davudi sesi bilemedik! Bir zaman, “Tıraş parası” diye, dolandı ortalarda… Herkes bir lira, iki lira verir olmuştu! Sonunda Rıfat’ta bu dünyanın yükünü fazla çekemez olmuştu. Soğuk bir kış günü göçtü gitti aramızdan…