Ana SayfaLütfü ErtürkHasan... (kel, kör, kömürcü, eşkıya)

Hasan… (kel, kör, kömürcü, eşkıya)

Yazımın başlığına, bildiğim bütün lakaplarını (Unvanlarını) sıraladım!Evet kördü, kör olmasına ama elinde sopasıyla gitmediği yer, girmediği delik yoktu. Kelliğine gelince, saçının döküldüğünden değil, hep usturaya vurdurduğundan almıştı o lakabı! Bir dönem Kabakça, Çayırdere, Sayalar köylerinden kömür getirir satardı!.. Eşkıyalığına gelince, eşkıyalığına eşkıyaydı. Devletin defterinde ismi yazar, yıllarca mahpus olup, dam yatarmış!

Sonrasın da şehir tuvaletlerine kadar düşen bir hayat hikâyesi İşte!..

Öyle uzun boylu falan değildi! Lakin, öyle geniş omuzlu, öyle geniş gövdeli bir yapısı vardı ki eşkıyalığını teyit ediyordu sanki! Çok konuşmazdı, hatta hiç konuşmazdı! Mahallemizde oturur, evinden sabah çıkar, akşam dönerdi. Eskiden, postane binasının yanında belediye tuvaletleri vardı! Oranın temizliğine bakardı, tuvaletleri yıkar, bakımını yapar, sonra oturur parsayı toplardı. Yeterince toplayınca da bırakır gider, başka garibanlara da yol verirdi…  Çanağa bırakılan parayı sesinden anlardı, kaç para bırakıldığını bilirdi. Gelip gidenin ayak sesinden tanır, adıyla seslenirdi pek yanıldığı da olmamıştır hani… Bazı rivayete göre; tuvaletleri temizlerken, çok tuz ruhu kullandığından gözleri kör olmuştu! Bazı rivayetlere göre de odun kömürü yaparken, kömür gazı kör etmişti gözlerini!.. Eh, Kel Hasan’ın eşkıyalığından dem vurup, körlüğü Allah’ın bir cezası olarak niteleyenlerde yok değildi hani!.. Öyle ya da böyle! Yaşama tutunmaya çalışıyor, dilencilik etmiyordu. Yakışmazdı zaten, yakıştırmazdı kendine ne de olsa anlı şanlı eşkıyaydı!..

Kömürcülük, o yıllarda kazancı yüksek mesleklerdendi! Tüp yok, doğal gaz yok, gaz yağı yok!.. Yok, işte yok; yokluk yılları dedikleri yıllar! Lokantalar, kahvehaneler, evler, odun kömürü kullanırlardı! Gaz ocağı dediğin, yandan pompalı ya da fitilli ocaklardı. Lüks sayılırlardı. Nereden gaz yağını bulacaksın, nereden ispirtoyu bulacaksın da harekete geçireceksin ocağı! Oysa, sabahtan ateşledin mi odun kömürünü, ertesi güne kadar hep yanar, üzerini küllediniz mi ateşi 3 gün sürerdi!..

“Eşkıyanın, odun kömürü ile ne işi olur,” diyorsunuzdur, şimdi!.. Doğru, ben de sizin gibi düşündüğüm için kahvehaneye çağırdım, meyhaneye çağırdım. Acı bir gülümseme ile kafasını büker giderdi…

Mahallede kaldığı yerde, Romanlar da oturuyordu. Kimi kalaycılık yapar, kimi kâğıt toplardı! Onların evlerin arkasındaki tek bir odada kalıyordu!..

Bir gün, mahallenin berberin de oturuyorum; kör Hasan ve Çingene Sabahat kol kola girmişler, geçiyorlar önümden.  Fırladım ve el işaretleriyle sordum, ne oldu?” gibisinden,
“Bakkala gidiyoruz, öteberi alacağız sonra da Hasan amcaya yemek yapıp bırakacağım.” dedi. Sabahat’ın konuşmasından hoşlanmıyor, canı sıkkın bir halde ağzının içinden konuşuyor, Sabahat’a bozuk atmaya çalışıyordu. Ben, yine işaret ettim. “Sen konuşma ama bana bak, beni izle” dedim! Sabahat, başıyla onayladı. Önce sokağın başındaki balıkçıyı işaret ettim, “sen, ben, Hasan Aga” diyerek, sonra onlarla beraber arkalarından bakkala girdim. Sabahat’la hâlâ işaretleşiyoruz şarapları gösteriyorum. Gözleri parlıyor, parmaklarınla üç işareti yapıyor, “niçin?” diyorum, Hasan Agasını işaret ediyor. “İçmez, o diyorum” hem de nasıl içer…” anlamında elini sallıyor!..

Ben, biraz geç gidecektim; birer bardak içmiş olacaklardı! “Kafası kıyakken her şeyi konuşuyor” diyerek, gittiler. Sabahat, Roman kızı; 30’unda ya var ya yok, üç çocuk annesi, karşıdan bakınca Sibel Can havaları var ama yaklaştığında 60’ında gösteriyor Sabahat… Son Barosu, bir Rum çingenesi Dimitri’ydi. İyi çocuktu, önce Silivri’de meyhanede kapışmıştık, arkadaş olmak, İmroz Adasında nasipmiş, gurbette kucaklaştık!.. “Balığa takılıyorum” diye çıkar gider 3, 5 ay sonra dönerdi.

Derken, Sabahat, pişirmiş hamsileri; berberden çağırdı beni. Yolda, soruları söyledim Sabahat’a! “Eşkıyalığını anlattır” dedim. “Adam öldürmüş mü?” diye sor dedim…

Hasan Amca, anlattıkça ağzım açık kalıyor, 16 yaşında çete kuruyor! “Çocuk daha” diyorum içimden; “kaç kızı, kaç kadını dağa nasıl kaldırdığını” söyleyiveriyor usulca! “4 metrelik kalın bir kızılcık sopam vardı. Ağaca bağlar öyle döverdim, tüccarları…  Benim bölgem, Kurfallı Köyü ve Kabakça köyü idi. Treni beklerdik. Bütün tüccarlar, yüksek oranda Kurfallı’ da inerler, oradan yine Fener, Çanta ve Silivri’ye dağılırlardı. Silahım vardı ama hiç davranmadım! Onlarda bana o imkânı hiç sunmadılar,” derken gülümsemiş, “malımızı al Hasan, canımıza dokunma” derlerdi. Ben de kumaş, basma, giyecek, yiyecek ve paralarını alır, salardım! Sabahat’la göz göze geldik, arkaya gel diye işaret etti! Oturduğumuz odanın açık kapısından çıkıp duvarın dibine gittik. Sabahat, “Bu gece bu coştu, hiç bu kadar anlatmazdı 2 bardak şarap içti şu saate kadar oramı buramı tutmaya çalışırdı. Onu da yapmıyor, bu gece! Bence, seni biliyor bu! Sen arkamdan gir içeri, ses et bakalım, bir şey diyecek mi?” “Bence bozmayalım, anlatsın” dedim.

İçeri girdik, ben, yine dikkatli davranıyor, ses etmemeye çalışıyordum! Az sonra döndü seslendi. “Rahat ol artık, soracağın ne varsa anlatırım bu gece!” demez mi? Sabahat yerlerde, yıkılıyor gülmekten, “ben demedin mi sana” diyordu!.. Gözüm görmez ama çok güzel duyarım, adımları sayarım, en küçük seslerde hemen irkilirim!..”

“Hadi, biraz daha şarap verin bana, bu gece iyi geldi; eskileri andık!”

Bu tüccar, tacir dediklerin kimlerdi? Diye sordum, Ermeni ve Yahudi’lerdi. Trakya’nın ticareti onlardan sorulurdu!.. Çanta köyü, malların sergilendiği, tasnif edildiği yerdi. Son yolculuklarına çıkmadan önce; kime ne lazımsa buradan tedarik eder, yola koyulurlardı. Ermeni’yi kıstırdın mı? Hemen kendini bırakmaz, oturur seninle pazarlık yapardı. “Sana şu kadar para vereyim, bırak geçeyim,” derdi. Lakin Yahudi bir tüccardan 50 kuruş alamazsın! İlla o sopanın tadını alacak, sonra her şeyi bırakıp kaçacak, illaki de candarmaya şikâyet edecektir…”

Hasan Amcamız birdenbire bir türkü mırıldanmaya başladı! “Çift candarma geliyor da le le / Kaymakam konağından / Fiske vursam kan damlar / Yârimin yanağından…” Ağzının içinden söylüyor, yavaş yavaş söylüyordu! Şaşırmıştım, “hasan Amca, bu türkü senin zamanın türküsü değil, nereden öğrendin bunu” diye sordum! “Kimin zamanıdır bilemem, geçen gün tuvalete biri geldi. Gençten biri olacak, sesi de güzelmiş, girdi içeri asıldı mı bu türküye; türkü, bir türlü bitmez, genç tuvaletten bir türlü çıkmaz, ezberletti bana bu kadarını.” Deyip sesle gülüyordu…

Nasıl kömür yapıldığını anlatacaktı ama yine eşkıyalığına döndürdüm onu! “Sana hiç saldıran oldu mu?” dediğim de sanki soruyu bekliyormuş gibi atladı üstüne, “evet biri bana saldırdı; “Yüzümü, gözümü tırnaklarıyla çizdi. Bir Fransız kadınıydı, cezasını fena verdim” dediğinde, nasıl ceza verdiğini, soramadım bile!

Neden öyle bir şey yaptın dedim?

“Kocası bu memleketin haracını yiyormuş, Kabakça’da Trenden aldık,” biletçi anlattı; “Bu Fransızlar, bizden istasyon kirası toplarlarmış her ay! Bir de bu adam gelir, onları denetlermiş.” Kabakça’da tren mola verir, bölgeden yükünü alana kadar insanlar iner, istasyonda dolaşır, tur atarlar. Sonra yeniden hareket ederdi.  Binecekleri anda yapıştırdım kızılcığı boynuna, o da boylu boyunca yapıştı yere, sırtlandım onu geçersin ormana, baktım; dişisi de geliyor peşimiz sıra! Adama bi sopa çekersin, söz aldım bir daha gelmeyecekti buralara. Karısı yapışmış ellerime bana vurmaya çalışıyor, yüzümü tırmalamaya çalışıyor, neyse işte! O da ufak bir ceza gördü diyelim…  Sarıldılar, birbirine çekip gittiler!.. Paralarını aldık, götürdüm biletçiye verdim yarısını…

Bir de Rum çeteci Hristo varmış, ünü kulağıma kadar geldi! Aman ona denk gelmeyin, diyordu herkes… Sordum, “nerede, avlanır bu çorbacı?” dedim. “Fener’e gelir gidermiş, Çanta Köyünde barınır.” dediler!…  “Beklemedik gelmesini; bastık, biz gittik, bir gece sızdık köye; eski bir mağazanın içinden kemençe sesleri geliyor. Küçük deliklerden içeri baktığımızda bir yandan dansöz oynatıyorlar bir yandan da oynamak istemeyen genç kızları da tekmeleyerek oynatmaya çalışıyorlardı! Bir saman demeti tutuşturduk, kapının ağzına bıraktık, duman içeri girmeye başlayınca; Rumca bağırmaya başladık! “Yangın var” diye! Dışarı fırlayana vuruyor, yere yıkıyorduk! Ben, Hristo’yu kolluyorum. Demeye kalmadı fırladı kapıdan, ayakların arasına soktum sopayı yıkıldı yere ama çabuk toparladı. Çanta bağlarına doğru vurdu kendini, iyi de kaçıyor namussuz!  Ben de bir Pomak var, tazı gibi mübarek, ensesinde gidiyor… 25- 30 metre kadar arkalarındayım ama yetişmem imkânsız! “Haydi bre, karayılan, yık şunu” dediğim de bir yılan gibi uzadı, uçtu gitti; Hristo’nun ayaklarına doladı kollarını! Yanlarına gittim, deyyusun önce ayaklarını bağladım, kaçmasın diye. Elini yüzünü bağladım. Çanta bağlarından, çeltik deresine kadar sırtımda getirdim. Hristo’ya bir sorgu sual verdim, hem de nasıl istersen, ömrünce unutamamıştır beni!.. Candarmaya teslim etti çocuklar. Hristo’yu yakalamanın mükafatını da gördük! Affedildik, çünkü cinayetimiz yoktu bizim!.. İşte, sonrası malumunuz, bu mahallede kömür satışları ile başladık yeni hayatımıza çetenin yarısı benim gibi bıraktılar eşkıyalığı. Birçoğu limana inip, hamallık ettiler.  Diğer yarısı Istıranca tarafına geçti, eşkıyalığa devam ettiler! Bakmayın şimdi, milletin B.kunu temizliyoruz. “Ya gözler dedim” “o da bizim cezamız deyip” kesip attı!..”

Sabahat ile baş başa bırakarak ayrıldım yanlarından! İçecek, bir şişe şarapları daha vardı!

Günler, aylar geçmiş, herkes işine gücüne dönmüştü! Bu arada, Sabahat kendine tek atlı bir araba peydahlamıştı. Şimdi, kâğıt işine koşturuyordu.

1978 Mart’ında hava bir soğuk çıkarmış, bir yağmur başlamıştı ki insanın canı evden çıkası gelmiyordu! Sabahın erken saatleri, kulağıma siren sesler geliyor. Geliyor da bizim evin arkasında duruyordu. Sesler, yattığım odanın içinde yankılanıyor adeta! Arada bir sıra dükkân var, görmem imkânsız! Merak ettik, kalktım; giyinerek dışarı çıktım. Gelen siren sesi itfaiyedenmiş, havada bir yanık kokusu var. Acayip bir koku ama insanın genzini yakıyor. Sabahat’ı gördüm, insanların arasında, kendini yerden yere atıyor, ağıyor inliyor acı içinde kıvranıyordu. İçimden, “eyvah Hasan Amca” diyebildim. Kulağımın dibindeki sesler, çoktan ölüm haberini geçiyorlardı. Sabahat, beni gördü koşarak boynuma sarıldı. O ağlıyor, beni de ağlatıyordu. “Eşkıyam, öldü” diye inliyordu!..

Ottan bir döşeği vardı. Kir pas içinde, öylece yatar, öylece kalkarmış…. Gece mum mu düşmüş, ateş mi sıçramış ne? Ottan, döşek tutuşmuş, için için yanmış, Hasan Amca, dumandan boğulmuş dediler… Sabahat’ın feryatları ortalığı inletiyordu, “Yetişin eşkıyam öldü!..”

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
İLGİLİ YAZILAR
- Advertisment -

Son Yazılar

Son Fasıl

Empati ve Sempati

İfade Özgürlüğü

İşin Aslı

Hezeyan ya da Sanrı

Niyetli Bir Yazı

Vizyon Meselesi

Manipüle Etmek

Neyin Tecrübesi?..

İlgili Yazılar

Son Fasıl

Empati ve Sempati

İfade Özgürlüğü

İşin Aslı

Hezeyan ya da Sanrı

Niyetli Bir Yazı

Vizyon Meselesi

Manipüle Etmek

Neyin Tecrübesi?..